October 01, 2009

Paris'in iki yüzü : Modern ve Klasik

Avrupa ve Batı dünya tarihinde önemli bir yeri vardır Fransız Devriminin. Cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesinin büyük reformlara gitmesiyle sonuçlanan büyük bir dönüm noktasıdır. Günümüzde Paris'in simgesi olan bu büyük demir kule, 1789 yılından tam 100 yıl sonra 1889 yılında Fransız Devriminin 100.yılını kutlamak için tasarlanmış. Daha önceden edindiğim bu bilgileri kafamda evirip, çevirerek ilerliyordum Eyfel Kulesine doğru. İhtilalden hemen sonra şehir planlaması çalışmalarına başlanılmış. Günümüze kadar sürer Paris'in modernleşme, yenilenme süreci, hemde azımsanmayacak bir başarıyla. Daha önceki yazımda Eyfel Kulesinin bana kocaman bir sokak lambasını hatırlattığından bahsetmiştim. Gerçektende öyleydi. Nehrin sağ kıyısından ilerleyerek Büyük ve Küçük Palas binalarının yanından sessizce ilerledim. Nehre eşlik eden ve insana bu büyük binalar arasında derin nefes aldıran sağlı sollu ağaçlandırılmış bisiklet yolundan karşı kıyıya beni ulaştıracak olan tarihi köprüye doğru adımlarımı hızlandırmıştım. Tüm gün sakince neredeyse her sokağa girip çıkan, kimi zaman kaybolan ben artık meraklı gözlerle havanın da hafif kararmasıyla ışıklarını yakmış olan demirden kule Eyfel'e yaklaşmak istiyordum. Yeterince yaklaşmıştım, artık makinamın vizörü de onu içine alamaz olmuştu. Devasa ayağını dar bir sokak arasından görerek bu demirden kulenin artık yanındaydım. Kulenin mimarı Stephen Sauvestre'dir. 26 ayda yapımı tamamlanan ve 3000 işçinin çalıştığı 300m (+ 27m alıcı anteniyle)yüksekliğindeki Eyfel kulesi, Paris semalarında yükseldikçe Paris halkı tarafından büyük tepki toplamış. Oysa yapımcı Gustave Eiffel, malzeme olarak çelik yerine demir kullanarak özel tekniklerle bu devası kuleyi adım adım sistematik bir planlamayla tamamlamayı başarmış. Bu yapım sürecinde, 3000 işçinin çalışması ve alınan büyük güvenlik önlemleri sayesinde yok denilecek sayıda işçinin hayatını kaybetmesi, bence bu binanın o yıllara göre, en az yapımı kadar başarı sağlamış başka bir noktasıdır. 57 m, 115 m ve 276 m yüksekliğindeki katları kamuya açık, ziyaret edilen kısımlarıdır. Ama kuleye çıkmadan saatlerce ayakta uzun bir kuyrukta beklemeyi göze almak gerekiyor. İlk iki katta Paris'i yukarıdan izlerken nefis yemekleri tadabileceğiniz restoranlar bulunuyor. Artık akşam iyice karanlığı cephelere indirmişti. Eski sokak lambaları sarartmaya başlamıştı birer birer cepheleri. Paris'i romantik yapan tam da bu olmalıydı, eski stil, içinde gaz lambası yanar gibi loş ışıklarını duvarlara, sokaklara vuran lambalar. Tarihini, sanatsal yaşantısını, dışarıya yansıtır gibiydi o tarih kokan binaların, aydınlık pencereleri. Paris size bir sürü sürprizler sunar, dar, eski, loş sokaklarında dolaşırken. Günün yorgunluğunu sıcak bir kahveyle gidermek için,Eyfel kulesinin önünde boylu boyunca uzanan yemyeşil Parc du Champs de Mars parkını geçerek kendime avrupa filmlerinde gördüğüm, küçücük, ama insana ilham veren, samimi sıcak bir cafe bulmuştum. Ertesi gün yine yoğun olucaktı. Haritam önümde, sıcak kahvemi yudumlarken, son duraklarım La Défense ve Sacré Cœur' u düşünmeye başlamıştım bile.......
Sabah erkenden La Défense'a doğru yola çıktım. Çok net hatırlıyorum üniversite yıllarımda, Yıldız Üniversitesi'nin kitaplığında kocaman bir resmini görmüştüm La Défense Arche'nın ve bu ortası boş, scale olarak abartılmış bir fotoğraf çerçevesine benzeyen tasarım etkilemişti beni. La Défense'ı yakından gördüğümde beni etkileyen diğer şey ise, gerek mimari gerek şehir planlaması bakımından kontrol altına alınması zor bir metropolde kendi içinde oldukça tutarlı bir düzene oturuyor olmasıydı. Modernleşme ile beraber yenileşme sürecini artık içine sindirmiş olmasındandı belki de bu. La Défense, Louvre'dan baslayan Champs_Elysées ile devam eden şehrin göbeğinde harika bir devamlılık örneği gösteren kesintisiz bir aksın uç noktasıydı. Paris'in en büyük yeni yapılaşma bölgesiydi burası. Bölgede gelişim ve yapılaşma sürecinin başlamasıyla bahsedilen, şehri kendine doğru çeken aksın son noktası için tasarlanmıştı bu bina. Le Corbusier’in modern şehrin yaratılmasına dair kavram tasarımları ışığında, toplu taşıma ve raylı sitemin de bu bölgeyi rahatlatması, kentin yoğunluğundan kurtulmak için Paris'in aynı zamanda kaçış noktası olmuş. La Défense Arche (1983-1989 yapım) 100m yüksekliğinde 100m genişliğinde ortası boş, ofis birimlerini barındıran, tasarımıyla, Paris'i ziyaret edenlerin ilgisini çekmeyi başarmış bir binadır. The Arche olarak da tanınan binanın, insanı kendine yükselten merdivenlerinde durduğumda, Champs_Elysées'e doğru seyreden aksı ve muhteşem perspektifi bir kez daha, kendi içinde heyecanları ve sürprizleri olan şehre hayran bırakmıştı beni. Bölgenin yüksek yapılanma açısından, günümüzde modern ütopya gibi eleştiriler almasının yanı sıra, bu ölçek farkıyla yaya, ve kamu alanlarının cok da hakkıyla tasarlanmaması dikkatimi çekti açıkçası. Havanın soğuk olması ve binalar arasında oluşan hava sirkulasyonu bu etkiyi daha da güçlendirdiği için çevrede gezintimi kısa kesmek zorunda kalmıştım. Binanın içine girmeden sizi dışarıda karşılayarak yukarıdaki sergi alanına çıkaran asansörler, şeffaf olup, sergi alanına ulaşana dek size yapının strüktürünü yakından inceleme fırsatı veriyor. Asansor icinde yukariya dogru ilerlerken, La Defense'in bulundugu bolgede kurdugu hakimiyeti bende onunla paylasiyordum adeta. Yukaridan bahsettigim o harika kesintisiz aksi tamamiyla gorebiliyordum. Ve karsidan Paris'in yuksek tepesi uzerinde yer alan
Sacré Cœur'un sehre karsi hasmetli durusu gozume carpti. Evet artik Paris gezimin son duragina dogru ilerlemeliydim.Tekrar seffaf asansorun icinden La Defense Arch'in buyuk govdesini izleyerek asagiya ulastim.