December 24, 2009

Duvarlarını Yıkan Şehir : Berlin


Tarihin, savaşın ve barışın, mimarlığın, göçlerin, yaşanmışlıkların ve kaybolmuş ruhların şehri Berlin. İçinde hazin bir geçmişi, nefesinde zengin bir geleceği barındıran bu şehirde farklı bir havayı soluyor insan. Bastığı her yerde tarihi, yükselen her binada geçmiş ve geleceği örtüştüren şimdiyi izliyor ve hayran kalıyorsunuz. Adeta açık hava müzesi, duvarlarını yıkmayı başarmış, günümüz Avrupa'sının odak noktası olmuş ve eyalet-şehir ünvanını almış bu şehir.
Şehri, insanları, özgürlükleri esir almış, onları dört bir yandan sarmış tek bir gecede örülmüş yüksek duvarlardan intikamını alırcasına kendini yenilemiş bu büyük şehir. Sosyalizmin kalesi görevini üstlenmiş, Doğu ve Batı, Berlin'i iki kutuba ayırmış beton duvarın izlerine hala sokaklarda ve tabii ki hafızalarda rastlanıyor. İnsanlar yerleşik hayata başladığından itibaren yaşadığı mekanları nitelendirmeye çalışmışlardır. Ve bunun en güzel örneklerinden biri de Berlin duvarını görmek istemeyen toplumun onu, duvar yazılarıyla, resimlerle ve farklı renklerle giydirerek duvarın soğuk ve bölücülüğünü biraz olsun örtmek, kaybetmek istemeleridir. Ve tabii duvara olan tepkinin yansıması.
Aslında nereden başlamalıydım bilemiyordum ama sanırım en başından yani, duvarın kendi somut halini tüm dünyaya en iyi gösterdiği ve daha sonra yıkılışının başladığı yerden, Brandenburg Kapısı'ndan başlamak en doğrusuydu. Brandenburg Kapısı Doğu Almanya'nın en önemli simgesidir. Üzerinde bulunan Quadriga Heykeli (zafer takları ile bütünleşmiş olan, Olimpiyat oyunlarında atları yarıştıran arabalar) ile birlikte uzun ve geniş Linden Caddesi ile Müzeler Adası üzerinden hafifçe kıvrılarak Berlin'in önemli meydanlarından olan Alexanderplatz Meydanı'na bağlanıyor. Brandenburg Kapısı sol tarafında Norman Foster'ın "Şeffaf Demokrasi" konseptini hakkıyla taşıyan Reichstag Binası (Batı Almanya Senatosu) ile Almanya tarihinin önemli tanıklarındandır. Kapının karşısında alabildiğince büyük Tiergarten (hayvanat bahçesi) bulunuyor. Kentin içerisinde, tüm yoğunluğa, kozmopolitliğe karşın insana rahat refes aldıran geniş bir cadde Linden Caddesi. Berlin'in birçok caddesi tıpkı Linden Caddesi gibi geniş ve uzundu. Savaş zamanında şehrin içerisinde gövde gösterisi yapan tankların ilerleyebilmesi için tasarlanmış bu geniş caddeler şimdi özgürce şehrin modern havasını solumamı sağlıyordu. Linden Caddesi'nde, Brandenburg Kapısı sağında bulunan ünlü Adlon Oteli'nin önünde durup, kimler geçmişti acaba bu kapıdan diye düşündüm? Atatürk, Edison, Kennedy... Biraz daha ilerde, caddenin sağ tarafına açılan sokakta postmodern cephesiyle koca bir kütle olarak duran İngiliz Büyükelçiliği bulunuyor. Mimarlığın Öyküsü adlı bize tüm mimarlık tarihini tanıtan kitabımın sayfaları arasında dolaşıyordum adeta. Ve diğer sayfaları da, şehirle beraber hızlıca okumak istiyordum. Sıcak kahvemi yudumlarken Brandenburg Kapısı önünde Pariser Meydanı'nda, şehri izleyen herkes gibi oturup bu tarih sahnesini izledim. Ama daha o kadar çok yer vardı ki görmem gereken, hemen harekete geçtim.

Brandenburg Kapısı'nın sol tarafından ilerleyerek Eberstrasse ve Behrenstrasse köşesine geldiğimde Peter Eisenmann'ın Avrupa Katledilen Yahudiler Anıtı'na ulaşmıştım. Konsept ve tasarımın bu kadar başarılı bir biçimde bütünleştiği, içine girdikçe ziyaretçileri de projenin bir parçası yapan bu yapı inanılmaz etkilemişti beni. Yahudiler için hüzün kenti olan Berlin'de kuşbakışı görünüşü ile de Eisenmann zekice tasarlanmış bir yapıt ortaya çıkarmıştı. Yapay bir topoğrafya üzerinde bulunan farklı boyutlarda oluşturulmuş soğuk, dar beton bloklar arasında dolaşırken, iniş çıkışlarla kaybolmuşluk hissi kaplıyor insanın tüm benliğini. Soğuk, kasvetli tarihin içinde kaybolmuş hissederek ilerlerken, kendimi biranda bambaşka tarihte Leipzig ve hemen yanıbaşındaki Potsdam Meydanı'nda buldum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan ve Sovyet tarafları arasında sınır kontrol noktası olan ve ağır hasar gören fakat şimdi modernleşme sürecinde hızla ilerleyen alışveriş, eğlence ve iş merkezi olan Potsdam Meydanı günümüz mimarisine ayak uydurmaya çalışmakta. Potsdam Meyda'nındaki büyük yabancı firmaların bu eski meydanlardaki boy gösterileri, diğer taraftan modernist mimarlar için, önemli proje fırsatları yaratmış. Sekizgen formuyla günümüze kadar varlığını sürdüren Leipzig Meydanı'da önemli kent mekanlarından. Şehrin, meydanlarıyla, caddeleriyle, eski - yeni binalarıyla, tarihiyle bütünleşik hayatını okuyabiliyor insan büyük bir zevkle.
Sırada artık Liebeskind vardı. Daniel Liebeskind'in "Hayatımın Tasarımları" kitabında okudukça daha da merakım artmıştı Berlin Yahudi Müzesine karşı. Uzunca bir yürüyüşten sonra, parlak çinko cepheyi, belli aksanlarla kesen ışık aralıklarını gördüm. Kalabalık arasından biletimi aldıktan sonra, adım adım bu büyülü konsepte yolculığumu başlatmıştım artık. Eğik eksenli, ne simetrik, ne asimetrik, ne paralel gelişigüzel gibi havada uçuşan kirişler arasından merdivenleri çıkmaya başladım. İlerlediğim her koridor, ardında güçlü bir konsepte sahip başka bir mekana açılıyordu. Kimisi; soğuk, karanlık, dar bir köşeden oluşan insanı ürperten küçük bir oda, kimisi, en üst noktasında özgürlüğü çağrıştıran zeytin ağaçları taşıyan dar beton bloklardan oluşan dolaşma bahçesi. Yada zemininde, hüzün taşıyan demirden tasarlanmış farklı boyutlardaki insan yüzlerinden oluşmuş soğuk, sonu görünmeyen bir oda. Demir parçaların üzerinde yürüdükçe çıkan sesler sizi, Nazi dönemi Yahudi sokaklarına götürüyor adeta. Birçok başarılı proje arkasında iyi bir hikaye vardır. Ama Liebeskind'in böyle güçlü, strüktürüyle, cephesiyle, bahçesiyle, iç mekanlarıyla içiçe geçmiş inanılmaz bir konsept yaratmasının belkide en önemli sebebi, Liebeskind'in aynı zamanda tarihi, olayları cok iyi hissedebilmesinden kaynaklanmaktadır. Tam üç saatimi Jüdisches Museum (Yahudi Müzesi) içinde geçirdikten sonra, dışarıda esen serin rüzgar beni tekrar şehrin içine çekebildi. Son durağım, Müzeler adası ve diğer önemli meydan Alexanderplatz idi. Hani o Alfred Döblin'in Alexanderplatz adı romanında bahsettiği eski atlı tramvaylar, sıcak dumanı tüten kahvehaneler yoktu ama yinede hızla gelişen şehirleşme modasına iyi ayak uydurmuş durumda bu büyük tarihi meydan. Berlin televizyon kulesine çıkmak için gerekli zamanı, birçok müzenin bulunduğu müzeler adasında dolaşarak değerlendirdim. Ünlü Zeus sunağının ve birçok değerli antik parçanın bulunduğu Pergamo Museum'u (Bergama Müzesi) kesinlikle ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum. Ayrıca müzeler adasında devam eden restorasyon çalışmaları sona erdiğinde, birçok ziyaretçi alan Paris Louvre Müzesi'nden, daha çok ziyaretçiye kapılarına açacağı tahmin ediliyor. Bence çok yerinde bir tespit, Berlin'e gidipte müzelerin bulunduğu bölgeyi ziyaret etmeden dönmek olmaz.
Artık geri dönüş zamanı gelmişti. Şehir günlükleri notlarımı gözden geçirirken, içinde bulunduğum tren istasyonunun koşuşturmacasına takıldı gözlerim. Mantar biçimindeki tasarımıyla ve büyüklüğüyle, ulaşım ağıyla Avrupa'nın en büyük tren istasyonu olan Berlin Tren İstasyonu'nda Berlin gezimin artık sonuna gelmiştim.
Zengin tarihe sahip geç de olsa duvarlarını yıkmış, yepyeni çehresiyle kendini kabul ettirmiş bu dimdik ayakta duran başkent beni çok derinden etkilemişti...
27 Aralık 2009