December 15, 2011

Mimar Gözüyle Türkler'in Almanya'ya Göçünün 50. Yılı İzlenimleri


Türklerin Almanya’ya göçünün 50. yılı üzerine...

Bundan tam yarım asır önce, yanına sadece bavulunu ve geleceğe yönelik umutlarını alıp nasıl bir ülkeye gittiğinden habersiz olan dedem de, "misafir işçi" statüsüyle Almanya'ya doğru yolculuğa başlamıştı. Ve elli yıl sonra üçüncü kuşak olarak ben, bambaşka bir hedefle aynı ülkeye ve hatta aynı şehre mimarlık eğitimi almak için geldim ve bu ülkede yaşamaya başladım.
Her iki ülke açısından yıllara yayılacak çok farklı sosyal deneyimler yaşanmıştı bu 50 yıllık zaman içinde. Almanya, topluca gelen Türklere sadece misafir işçi gözüyle bakıyordu. Bu nedenle bu yeni topluma, bulundukları yeni kültüre adapte olabilme imkanı sağlanamamış olacak ki o ilk jenerasyonun Almanya'ya adapte olma süreci hayli sancılı geçmiş ve hala devam etmekte.
Almanya 1960'lı yıllarda savaş sonrası ekonomik kalkınma amacıyla ülkesine Türkleri işçi olarak getirtmişti. Gelen ilk kuşak Türklerin canla başla calışarak Almanya'nın ekonomisine önemli bir katkıda bulunmalarına rağmen, maalesef entegre olabilme, dil öğrenme ve eğitim alabilme gibi sosyal ve kültürel olanaklardan eksik bırakılmışlardır. Bu nedenle elli yıl önce işçi olarak gelmiş bir Türk, bu ülkeden kendi payına maddi kazanç dışında pek bir sey alamamıştır. Bambaşka kültürden ve köklerden gelmiş iki toplumun bir arada uzun yıllar içiçe yaşayabileceği olasılığı hiç düşünülmemiş olacak ki, karşılıklı kültürel etkileşim en aza indirgenmiştir.
Almanya'nın bugünlere gelmesinde büyük katkısı olan bu yeni halk, geriye vatanlarına dönmek yerine bu ülkede kalarak yeni nesillerine kendilerinin sahip olamadıkları gelecekleri sunmak istediler. İlk kuşak adaptasyon süreci oldukça zor ve sıkıntılı geçmişti. Günümüzde yaşamakta ve yetişmekte olan genç nesil elbette ki öncekilere göre çok daha şanslı. Her şeyden önce hemen hepsi ana dili olarak Almanca'yı ögreniyorlar. Çok küçük yaşlarda anaokulunda, Alman kültürünü ve dilini tanımaya başlıyorlar. İlk kuşağın hissettiği "ikinci sınıf olma" duygusunu, genç nesil Almanlarla içiçe eğitim alarak, onlarla aynı ortamda çalışarak ve etkileşimde bulunarak ortadan kaldırmaya calışıyor.
Bu derin konuyu şu an Almanya'da çalıştığım Türk-Alman ortaklığı olan Ağırbaş & Wienstroer Architektur ofisinde Nurdan Yakup ve ofisin kurucularından Mimar Ercan Ağırbaş ile mimari ve sosyal açıdan uzun uzun konuştuk. Türkler bu elli yıllık süreçte sosyal açıdan ne gibi deneyimler yaşamıştı?
1950'li yıllarda Ruhr Bölgesi'nde Türkler'in Almanya'ya ilk gelişinde karşılaştıkları Almanya'nın konut ve mahalle tipolojisine örnek yerleşimler, kaynak: Prof.Scheer'in arşivi
Bu konuda Ercan Ağırbaş özellikle eski endüstri alanı olan Ruhr Bölgesi'ne maden ocağı işçisi olarak yerleşen Türklerin yaşamlarından bahsetti. Ruhr Bölgesi'ndeki maden ocaklarında çalışan Türk işçiler için o bölgede yaşam alanları oluşturulmuş. Kırsal alanlardan gelen halkın yaşayacağı küçük, bahçeli, bitişik nizam konut sıraları, bir yandan insanlara kısmen de olsa kırsal alanda alıştıkları yaşam biçimini sunarken diğer taraftan bu konut silsilesini çepeçevre kuşatan bahçe duvarı ve giriş çıkışı sağlayan tek kapısı ile, Türkleri yaşadıkları toplumdan edilgen bir biçimde istemsizce izole etmiş. Tek bir kapıdan ulaşımın sağlandığı, bahçeli evlerin bulunduğu yapı grubu mikro ölçekte küçük bir köyü ya da kırsal toplumu oluşturuyordu. Almanlar bu yerleşim yerlerinden uzak durmayı ve en az iletişim içerisinde bulunmayı tercih etmişler. Bu tavır, zamanla doğal olan yabancılaşma sürecini başlatmış. Türkler tamamen bu sınırlar içerisinde kendilerine dönük gruplar halinde yaşamaya başlamışlar. İşte bu işçi evleri, günümüzde bahsedilen "getto"ların ve Alman şehirlerindeki Türk mahallelerinin çıkış noktalarıdır diye bahsediyor Ercan Ağırbaş.
Türkler'in Almanya'nın kentleşme sürecinde ekonomik, sosyo-kültürel, politik anlamda bir çok olumlu katkıları olmuştur. Kentlerde zaman içinde ortaya çıkan farklı sokak ve mahalle dokuları, o kent parçasının kendine özgü çalışma ilkelerini doğurmuştur.
SüdlicheFurthSüdlicheFurth'ta bir sokak şenliği

Tartıştığımız diğer bir konu ise, bu göcün Almanların mimarlık bağlamında Türkiye'yi, Türk şehirlerini tanımaya ve ilgi duymaya başlamalarına yardımcı olmasıdır. Özellikle İstanbul, Almanya'daki Türk ve Alman mimarlar için oldukça cazip bir calışma alanı olarak görülmektedir. Burada cok uluslu bir birlikteliğin getireceği olumlu ve başarılı sonuçlardan bahsetmek mümkündür. Buna en güzel örnek Ağırbaş & Wienstroer ofisinin Almanya'da 2007 yılında yapımı tamamlanan "Südliche Furth" adlı sosyal konut projesidir. Bu projenin gerek kullanıcılar tarafından çok benimsenmesi gerekse Almanya'da büyük başarı kazanmasının en önemli noktası hiç kuşkusuz, projenin çok kültürlü bir yaşam ve paylaşım alanı sunmasıdır. Türklerin, Almanların ve birçok Balkan asıllı ailelerin bir arada yaşamasına ve etkileşimde bulunmasına olanak sağlayan bu proje, yarım asır önce Ruhr Bölgesi'nde Alman hükümetinin yapması gereken çözüm için doğru ve güzel bir örnektir.
Diğer bir konu da Türklerin Almanya'da en çok tanınan yüzü "döner" konusuydu. Döner her ne kadar Türk mutfağını simgelemese de, dünyada en çok bilinen Türk lezzetidir. Almanya'da bir çok küçük döner büfelerine rastlamak mümkün. Bu işletmeler de çoğunlukla Türkler'in veya göçmen diğer vatandaşların yaşam alanlarına yakın çevrelerde bulunmasından dolayı, Türk mutfağının zenginliğini ve kültürünü Almanya'da gerektiği kadar tanıtmaya yardımcı olamamaktadır maalesef. Yine de bu konuda günümüzde güzel gelişmeler görmekteyiz. Dönerci büfeleri artık Almanya şehirlerinin en gözde ve lüks semtlerinde hem mekansallık ve imaj hem de lezzet ve ceşitlilik anlamında başarılı restoranlar olarak tercihen ön sıralarda yer almaktadır.
Sokak Şenliği

Derin ve keyfli sohbetimiz devam ederken, yeni kuşak olan ben ve Nurdan konuyu genç nesile getirdik. Bizim ortak fikrimiz, günümüz Almanya'sında yetişen ve yaşamakta olan genç neslin ilk kuşaktan daha şanslı olduğuydu. Adaptasyon sorunu hala tamamen bitmiş değil aslında. Elbette bizlerde entegrasyon anlamında kendi fırsatlarımızı her şekilde değerlendirmek taraftarıyız. Şu da bir gerçek ki, entegrasyon diye bahsedilen kavram tek taraflı sağlanabilecek bir şey değildir. Biz Türk gençlerinin olduğu kadar, Alman gençlerinin de, hızla globalleşme süreci yaşadığımız bu çağda, önyargılara takılı kalmadan bizlerle beraber iletişim adımını atmaları gerektiğini savunuyoruz.
Her şeyden önce, entegrasyondan uzak kalınmış sancılı bir dönemden sonra gelen bu yeni kuşağın Türkler'in Almanya'da ve Avrupa'daki "işçi" imajını tamamen değiştirecek nitelikte olduğunu düşünüyorum. Almanca'yı ana dili olarak öğrenip onunla büyüyen bu yeni ve umut veren kuşak, artık her meslek alannda iddialı ve başarılı bir şekilde eğitim görmekte, üniversitelerde okumaktalar. Egitimli Türk gençleri sahip oldukları, Almanca, Türkçe, İngilizce gibi üç yabancı dil avantajı ile artık hızla gelişen iş alanlarında çok tercih edilen adaylar olarak ön sıralarda bulunmaktadırlar.
Sonuç olarak, elli yıl önce başlayan büyük bir devinimden ve bu süreç içerisinde kat edilen yollardan bahsediyoruz. Geçmişte yürütülmüş yanlış devlet politikaları nedeniyle çözülememiş sorunların kendiliğinden düzelmelerini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eğer yirmibirinci yüzyılda çok uluslu devletlerden, birlikte yaşamdan, etkileşimden, globalleşmeden bahsediyorsak, herkes karşılıklı olarak üzerine düşen görevi saygı ve özveri içerisinde gerçekleştirmelidir.
Türkler'in Almanya'ya göçünün ellinci yılında ilk gelen ailelerimizden aldığımız cesaretle kendi kültürümüze sahip çıkmak, onu en iyi şekilde temsil etmek ve buranın zenginliğiyle harmanlamak biz genç nesillere düşüyor.

November 20, 2011

Evlerimizde yeni kullanim alanlari yaratmak...


Pek rutin olmasa da arada sirada bende evinin yerlesim düzenini degistirenlerdenim. Hemde bunu öyle bir zevkle yapiyorum ki, hazirliklara bir kac gün önceden, inceleme ve gözlemlerle basliyorum. Mimar olmanin verdigi bir aliskanlik olsa gerek ön eskizler yaptigim da oluyor arada :)

Büyük bir keyf veren bu degisiklik sürecinin asil sebebini de düsünmüyor degilim acikcasi. Kimileri bunun -özellikle- bayanlara ait psikolojik bir durum oldugunu düsünse de kesinlikle bu görüse katilmiyorum. Ya da öyle oldugunu varsaydigimizda bu; kadinlarin, erkeklere oranla daha fazla mekan yaratma kapasitesi olduguna isaret ediyor olabilir belkide:) 

Herseyden önce, yasanilan mekanda yapilan bir degisimin, farkli bakis acisi, farkli kullanim arayislari oldugu kanisindayim. Insan icgüdüsel olarak, bulundugu mekani daima farklilastirmak ve gelistirmek icin cabalamaktadir. Bunun en basit örnegi olarak görüyorum evlerimizde veya odalarimizda yaptigimiz yerlesim degisikliklerini.(yada magaralardan günümüz penthause larina gelmis olusumuzda örnek gösterilebilir ;) ) Kimi zaman bu yeni mekansal arayis ihtiyaclarimizdan dogabilmektedir. Evlerimizde kendimiz icin calisma, kitap okuma kösesi, oyun alani yaratma istegi gibi..

Ayrica psikolojik olarak bu bir avantaj olarak görülmeli bence. Cünkü, belirli araliklarla yapilan bu degisim, kisinin yenilige ne kadar acik oldugunu göstererek, ona uyum saglayabilme kapasitesini de gösteren kücük bir deneyimdir. Esyalarin yerlerini degistirme istegiyle beraber, farkli sekilde neyi nereye yerlestirecegimizi düsünmenin, zihnimiz icin de iyi bir, tasarlama ve üc boyutlu düsünebilme antremani oldugunu savunuyorum. Elimizde var olan ve boyutlarinda degisiklik yapma imkanimiz olmayan mekanlar cercevesinde, icinde yer alan objelerle oynayarak alternatifler üretmek de baska bir bakis acisi.

Mekanlar insanlarin hisleri karsisinda en güclü tetikleyici unsurdur bence. Bir mekanda bulunmak ve onun bize aktardigi enerji ve hissi duyumsayabilmek, o mekani yaratanlar acisindan da basari anlaminda önemlidir. Yasadigimiz mekanlarda yaptigimiz kücük degisimler aslinda, yasamimizi, fikirlerimizi, zevklerimizi, algilarimizi sekillendiren büyük adimlardir.

Bu yaziyi yazmamin sebebi: bugün bir kez daha evimi büyük bir zevkle düzenleyerek kendime güzel bir calisma alani yaratmis olmam. 

Bu arada unutmamaniz gereken en önemli nokta su: tüketimin hizla yasandigi bu cagda, özellikle Ikea gibi tüketime önemli katkida bulunan kurumlardan uzak durarak, elimizde varolan esya ya da objelerle geri dönüsüm baglaminda basarili sonuclar üretmeyi en uygun, hizli ve dogru cözümler olarak görüyorum.




November 16, 2011

Ege`nin köy kahveleri

Hic bir cayin tadi benzemez Ege`nin köy kahvelerinin caylarina. Zeytin agaclari arasinda esen ilik rüzgarlara karisir kekik kokulari Ege`de. Eski bir sarki calar kahvenin radyosunda ve cam agaclarinin gölgesinde, ahsap kahve sandalyesi üzerinde ögle uykusundadir dedeler...

November 11, 2011

Sehrin en güzel kostümü: Sonbahar

Sonbahar, bir kentin sahip olup da özel günlere sakladigi en göz alici, en pahali, en kibirli kostümüdür bence. Önce tüm kent birbirinden canli renklerin farkli tonlarini giyer üzerine, sonra yavas yavas soyunur gözünüzün önünde.

Sari, turuncu, kirmizi, kahverengi renkte yapraklar sokaklari boyar. Dallardan koparak yere düsen yapraklarin olusturdugu düsey hareketlilik, sehrin bu muhtesem kostümünü tamamlayan devingen bir aksesuaridir aslinda.

Kesinlikle ekspresyonist bir tabloya dönüsür sehir bir anda. Sokaklar, parklar, yollar, bahceler, catilar tabloyu olusturan akillica kondurulmus firca darbeleridir. Aciga cikarilmayi bekleyen hircin ic dünyalarin herbiri bir baska yapragin renginde ifade eder kendini.

Ve elbette sonbaharin en iyi dostu kentin icinde yeralan parklardir. Iyi tasarlanmis bu kamusal mekanlar efektif kullanimiyla kent insanini, is stresinden ve günlük hayatin siradanligindan uzaklastirarak, kendisini bir nevi iyi hissetmesinde yardimci olmaktadir. Kücük bir meydana baglanan lineer yürüme yollari, bu yollara paralel belli bir kompozisyon cercevesinde konumlandirilmis agaclar ve agaclarin altina yerlestirilmis alisilagelmis park banklari mekani olusturan parcalardir.

Sehrin merkezinde bir mekan bu kadar dogal ve yasanilabilir olmali. Bu baglamda kompleksiteden uzak, fonksiyonel ve sosyal iliskiler anlaminda sürdürülebilir en basarili mekan kurgulamasidir parklar.

Böylesine basarili atmosferi, elinize alacaginiz sicak kahveniz, kitabiniz ve sizi oraya tasiyacak bisikletinizle tamamlamak size kalmis...

November 07, 2011

Hem icinde hem disinda: Rüstem Pasa Camisi

Hem icindesindir mekanin,
hem disinda, hem sehrin tam ortasinda,
hem sehirden saklarsin kendini,
hem de acarsin ruhunu ucsuz bucaksiz manzaraya...

Jetonu makineye atarak deniz motorunun serin Bogaz rüzgarlarina barinak terasinda tarihi yarimadaya dogru yolculugum basladi. Rotam tarihi yarimadaydi ama, konaklama noktam henüz belli degildi. Motor Eminönü sahiline yanasirken, Galata sirtlarindaki günes, tarihi Uzun Carsi'nin yokusunda sahil kotuna yakin konumlanmis Rüstem Pasa Camisi'nden bir anda gözüme carparak, güzergahimi belirledi.

Istanbul'un en yüksek ücüncü tepesinde essiz heybetiyle duran Süleymaniye Camisi'ni tamamlayan daha alt kotta bulunan Rüstem Pasa Camisi sakin bir haftaici gününde sehir günlügümün satir basi olmustu.

Tarihi yarimadanin turizm acisindan ne kadar önemli oldugunu elbette biliyoruz. Rüstem Pasa Camisi de bu farkindaliga kültürel ve mimari anlamda katkida bulunan baska bir Koca Sinan basyapitlarindan.
Osmanli Camileri; ana misyonu olan ibadetin yani sira, toplumun sosyal ve günlük yasantisinin ana arteridir. Bu nedenle bu yapilarin sosyal iliskiler tabaninda mekansallik kurgusunu gözlemlemek gerektigini düsünüyorum.

Osmanli camilerinin yapimina baslanmadan önce Istanbul sehrinin farkli yüksek tepelerinde havanin oksijen bakimindan kalitesi ölcülürmüs. Hatta kimi rivayete göre bu tepelere kuzu cigerleri asilarak cürüme süreclerine bagli olarak yapinin konumu belirlenirmis. Yapinin konumunun belirlenmesi sonrasinda yönlendirilmesi, ic ve dis mekan kurgusu, sehir ve insan iliskilendirmesi ve sehir siluetine eklenmesi, o mekanin kimligini yavas yavas var eden olgulardir.

Rüstem Pasa Camisi'nin beni en cok heyecanlandiran kismi camiye ulasim akslaridir. Kanuni Sultan Süleyman (Muhtesem Süleyman olarak bilinir)'nin damadi Rüstem Pasa tarafindan 15. yüzyilin 2.yarisinda yaptirilan tek mimareli, Iznik cinileriyle süslü bu cami giris bakimindan diger Osmanli camilerinden kendini farkli kilar. Söyle ki, cami Eminönü'nde sahile inen yokus üzerinde, 15.yüzyilda oldugu gibi günümüzde de oldukca yogun ticaret alaninin bir üst kotunda konumlanmistir. Ve camiye ulasim bu carsi icerisindeki dar ara sokaklardan merdivenlerle saglanmis. Cami; kareye yakin dikdörtgen planli tasarlanarak mekana ulasim planin her iki yaninda bulunan döner merdivenlerlerle saglanmistir. Genelde Klasik Osmanli Dönemi yapilari planlariyla, ic mekan olusumuyla gündeme gelirken, bu cami mimari planindan öte ic mekan süslemeleriyle ün kazanmistir. Rüstem Pasa Camisi, Halic'e hakim siluetiyle sizi kendine cekerken diger yandan, gizlenmis düsey merdiven akslariyla mekana ulasma yolunda beklentiyi arttirarak sizinle adeta flört etmektedir.

Carsi icindeki dar sokaktan gecip, dikdörtgen planli tas merdivenin basamaklarinda yukariya dogru ilerledim. Her basamak bir öncekinden daha fazla aydinliga cikariyordu beni. Gittikce heyecanlanmistim, cünkü bahsedilen Osmanli toplumunun günlük hayatinda önemli olan bu yapilar kullanilan malzeme, mekanin bicimselligi, ic-dis, yapi-insan kavramlari baglaminda o zamanki düsünce tarzini anlamak acisindan ip uclari veriyor.

Merdivenin en son basamagindan sonra gördügüm sahne dünyanin en huzur verici mekanlarindan birinde oldugumu fisildadi kulagima birazcik ukala bir tavirla. Devam ettim ve kendimi muhtesem bir manzaraya sahip, camiyi üc taraftan kusatmis revaklarla desteklenmis bir avlu-terasta buldum. Bu avlu öyle tasarlanmis ki, ic ve dis kavramlari birbiri icinde inanilmaz bir harmoni ortaya cikarmis. Avlu, hem dar ve uzun formuyla size samimi icsel dünyasini sunarak, sizin de aslinda onun bir parcasi oldugunuzu hissettiriyor, hem de duvarlari üzerinden hakim manzarasiyla dünyanin en genis terasinda oldugunuz farkettiriyor. Ben bu hislerle bogusurken, caminin ana kapisindan cikan bir kisi bana artik ic mekana gecme vaktini hatirlatti. Avludan iceriye gecmeden önce ikindi serinliginde okunan ezani dinlemek icin bir süre daha tas duvar üzerinde oturdum. Sunu da belirtmeli ki, tarihte yasanmis olan depremler,yanginlar ve kötü yapilmis restorasyonlar sonrasinda caminin kubbe ve minaresinin Sinan'in el ve göz emeginin orjinalliginden oldukca uzaklasmis oldugunu görüyoruz.

Nihayet caminin icine atabildim kendimi. Ici apayri bir dünya. Icindeyken disariyi unutturuyor size. Sinan'in burada tasavvur ettigi ic mekan onun diger camilerinden ayri, sadelikten uzak oldukca renkli ve süslü bir tablo gibidir. Bence burada Rüstem Pasa'nin kisiliginin ve mekansal begenisinin etkisini de göz ardi etmemek gerek. Caminin bütün ic duvarlari boydan boya tamamen orjinal Iznik Cinisi ile dösenmistir. Bu cami dis cephede sahip oldugu sade ve süslemeden uzak üslubuna tamamen zitlik olusturarak, ic mekanda kubbe gecislerine kadar her yer cinilerle süslenmistir. Cinilerdeki desen zenginliginden de bahsetmek gerekir. Cünkü sadece lale motifi 41 farkli sekilde modifiye edilerek kullanilmistir.
Rüstem Pasa Camisi Klasik Osmanli Dönemi'nin en süslü sadelikten uzak camisidir. Caminin bu özelligi turizm acisindan da dünyada görülmeye deger yapilar listesinde yer almaktadir.

Bu büyüleyici atmosferden ayrilirken kendimi tekrar, kücük kubbelerle örtülü, revaklarla cevrili ic-dis avlu-terasta buldum. Heybetli Süleymaniye'nin gölgesi altindaki bu kücük cami ve avlusu bana, ibadetin yani sira caminin, yasayan eski bir yapi olarak, günümüz yapilarinin ve ruhsuz kamusal mekanlarin basaramadigi, güclü bir mekan-etkilesim-insan kurgusunu en mükemmel sekilde sergilemektedi.

Sahile inmeden önce yokusu biraz daha tirmanarak Süleymaniye'nin yanibasindaki Sinan Türbesini ziyaret etmeden evimin yolunu tutmak olmazdi...




October 18, 2011

Uzun bir aradan sonra

Yazmayali uzun bir süre oldu. Master tezi ve projemi tamamlama telasindan dolayi fazlasiyla ihmal ettigimin farkindayim. Bu nedenle yemedim, icmedim tatilde bol bol gezdim, sehirlerimin yeni köse ve bucaklarini kesfettim.

Coktandir aklimin bir kösesinde mutlaka yazmaliyim diye taze tuttugum yazilarima baslama zamani geldi de geciyor diye düsünüyorum. Güzel bir Türkiye tatilinden sonra not defterimden aktarmak istedigim bir cok sehir günlügüm var. Defterimde birikenler, Istanbul'dan, Bursa'dan, Aydin'dan (memleket), Londra'dan ve biraz da Almanya'dan. Cok gec olmadan kollari sivayip notlarimi ve fotograflarimi düzenleyerek en kisa zamanda sehir günlüklerine kaldigim yerden yazmaya devam edicem insallah.
Tatil kavrami her nekadar aile ziyareti de olsa, araya duraklar koymayi basardigim sehirlerle randevularimi da asla aksatmadim, ertelemedim. Mutlaka her gittigim sehrin kösesinden kiyisindan bir sekilde baska dünyasina sizmaya calistim. Mis gibi tarih kokan hanlarda, bir dolup bir bosalan camilerde, tamda hayat burada dedigim carsi-pazarlarda, unutulmus eski arka sokaklarda gezerken buldum kendimi ve o sehrin hikayesini.

Sehirlerle konusmak öyle güzel bir duygu ki, kimi zaman aranizda bambaska bir bag olduguna inaniyorsunuz. Onun sizi sizinde onu okudugunu, hissettigini görüyorsunuz. Her sehri sevmek, anlamak, ögrenmek, her sehri yasamak cogu zaman mümkün olamayabiliyor. Cünkü, kendini size mutlaka bambaska ifade eden, sizi ceken bir sehir yada o sehirdeki bir an veya mekan olmustur. Ben sehirleri yalniz dolasirken buna cok dikkat ediyorum. Sehri dinlemek, ona kulak vermek, cözümlemelerde bulunmak, ona dokunmak, bir sehri hissetmenin olmazsa olmazidir.

Iste böyle dolastim ben, "sehir aski" ni buldugum Süleymaniye'ye dogru kivrilan eski dar sokaklarini. Eyüp mezarligindan Halic'e bakan bir tepede dertlestim o sahneye benim gibi bakmis onlarca insanogluyla. Yaz sicaginda dahi olsa sicacik bir bardak cay ile serinlettim düsüncelerimi ve hayallerimi o eski tas hanlarin duvarlarina sirtimi dayanarak. Bir aksamüzeri bes cayimi, hala ayakta kalmaya calisan yüksek tavanli, eski bir köy kahvesinde ictim. Bir köy camiisinin kirma catili, eski kilim kokan, kücük, huzur dolu bünyesinde, ikindi vaktin serinligini tattim. Güzel bir yaylada günesi, göl kenarinda batirdim, cumbali evlerin cali süpürgesiyle sabah seherinde süpürülmüs bahcelerinde kahvalti yaptim.

Bu kadar özet yeterli sanirim. Tanistigim, konustugum tüm sehirlerimin günlüklerini en kisa zamanda paylasmak üzere diyelim o zaman.