November 29, 2012

Ötekilesmeyen Cocukluk Yillarimiz



Ilkokulda beslenme cantama asla muz koymazdi annem. Daima herkesin beslenme cantasinda bulunan mandalina veya elmadan bulunurdu bende de. Muzumuzu hep evde yerdik. Babam her defasinda muz yiyemeyen cocuklarin oldugundan ve onlara karsi okula muz götürmemin dogru olmadigini anlatirdi. Birgün babamdan ayakkabi istemistim hemde lastik ayakkabi, babam ve annem cok sasirmisti. Benim savunmam ise tüm arkadaslarimda renkli lastik ayakkabilarinin olmasiydi. ( Babamin ögretmen olarak görev yaptigi bir köyde okudum ilkokulu). Annem ve babam bu duruma cok sevinmis olmali ki hemen gidip bana lastik ayakkabi almistik ve ben okula diger arkadaslarim gibi renkli lastik ayakkabilarimla gidiyordum artik, hem de cok mutlu bir sekilde. Bu hatiralarimi düsündügümde hic bir zaman hicbir arkadasimin okul yillarinda kilik kiyafetimizle, ayakkabilarimizla hatta okul cantalarimizla bile farklilasmadigimizi hatirliyorum.

Kara önlükleri hatirlayanlariniz vardir. Ben de ilk okul yillarinda kara önlük giyenlerdenim. Tek Tip. Kara önlük ve beyaz yakaligimiz vardi bizim. O zamanlar yani bundan yaklasik 20 sene önce ilkokul, ortaokul ve lise döneminde üniforma giymek hicbir zaman rahatsiz etmezdi bizleri. Farkli kiyafet giyme düsüncesinden ziyade basarili okulun üniformasini giyebilmek gurur verirdi bize.

Farkli ekonomik standartlara sahip ailelerin cocuklari olsak da bizler icin hicbir zaman bu konu önemli olmamisti ve günyüzüne cikmamisti. Ta ki beden egitimi derslerine girene kadar. Sadece beden egitimi dersinde giyilen esofmanlarin ve spor ayakkabilarin markalarindan anlasilirdi her cocugun ekonomik durumu. O zamanlar okul yönetimi farkli amaclar dogrultusunda olsada tek tip esofman uygulamasina baslamisti ve hepimiz tekrar rahat etmistik. Tek tip üniforma sosyalist bir düzeni cagristirsa da bizlere, egitim alani gibi ortamlarda benim fikrim, bunun oldukca yerinde bir uygulama olmasidir.

Son günlerde gündeme gelen, okullarda serbest kiyafet uygulamasi acikcasi tüylerimi ürpertiyor diyebilirim. Cünkü günümüz dünyasinda, ki bunu Türkiye’de cok daha fazla fark etmek mümkün, üzerinizdeki etiketler sizin yasam standardinizi, kisiliginizi, sosyal statünüzü, arkadas cevrenizi belirlemede cok önemli rol oynuyor. Aslinda bu sadece kiyafet konusunda degil, gittiginiz mekanlar, kullandiginiz arabalar, yasadiginiz semt, site vs. daha bir cok konu sizin icin disariya karsi bir kimlik karti niteligi tasimakta. Eskiden anne-babalarimiz bize herseyi dogru bir sekilde aciklayarak bizlerin düzgün bir hayat görüsüne sahip olmamiz icin cabaliyorlardi. Oysa simdi kazandigi paralari etiketlere rahatca harcayabilen aileler cocuklarina bu etiketlerden uzak nasil bir hayat görüsü kazandirabilirler ki? Hepimizin okudugu ve pedagoglarin da belirttigi gibi cocuk anne ve babayi taklit eder olgusundan yola cikarak, yetismekte olan yeni nesilin de hayat görüslerinin degisebilmesi icin önce anne babadan baslamak gerek sanirim.

Evet tepki gösteriyoruz, serbest kiyafet uygulamasinin, ekonomik durumu yeterli olmayan ailelerin cocuklari icin okullarda mutlaka psikolojik ve sosyal sorunlar yaratacagina dair. Ama yinede cocuklarimizi en iyi özel kreslere, okullara vermeye calisarak, kücücük yaslarda üzerlerine donattigimiz etiketlerle, gittigimiz mekanlarla onlara zaten böyle bir dünyanin varligina alistirmis olmuyor muyuz? Elbette bu sartlarla yetistirilmis olan bir cocuk büyüdügü zaman ayni yasam tarzini kendi cocuklarina da benimsetecektir. Elbette ki her ailenin kazanci ve cocuklarini yetistirme sekli tamamen ailenin kendisini ilgilendiren bir mevzu. Yalniz genclerde görüyoruz ki kiyafetler onlarin özgüvenlerini olusturan en önemli sey haline gelmistir. Yaptiklarimiz ile söylediklerimiz birbirini desteklemedigi takdirde cocuklarimizi ne kadar uyarsak, onlara ne kadar anlatmaya calissak da empati anlaminda mutlaka bir eksik nokta kalacaktir. Tip ki eline kitap almayan anne babanin cocuguna kitap okumayi önermesi kadar alti bos bir önermenin cocuklar üzerinde pek etkili olmamasi gibi.

Genc bir anne baba adayi olarak bizim her zaman üzerinde durdugumuz konudur cocugumuzu asla maddiyat üzerine kurulu bir dünyaya alistirmamak. Bu konuda bir cok kitap okuduk, bir cok deneyime sahip farkli ortamlarda bulunduk. Anladik ki, asil önemli nokta; anne baba olarak sahip oldugumuz dünya görüsümüzü yasam seklimize dogru bir sekilde yansitabilmek ve bunu cocuklarimiza örnek davranislar olarak sunmabilmektir.

Farklilasmadan uzak, empati kurabilen, birbirine karsi her anlamda hosgörülü, maddiyat zihniyetine sahip bir yasam seklini benimsemeyen yeni nesiller yetistirebilmek umuduyla..


November 21, 2012

Agaoglu "Üstüste Yasam Alanlari" !



Uzun zamandir bloguma yeni yazacagim icerigi ararken yazilasi bir cok konu icinden " yok bu degil, bu da degil, ben farkli bir sey istiyorum, bunlar cok siradan, daha farkli, cag atlatacak bir sey ariyorum" derken buluverdim yeni konumu. Iste günlerdir sosyal medyada oldukca yer alan ve özellikle mimarlik dünyasinda büyük elestirilere maruz kalan hepimize tabii ki öncelikle canim Istanbul'umuza takla pardon “cag” atlatacak bir konu üzerinde yazmak istedim.


Bir kere her seyden önce sayin Ali Agaoglu'nun özgüvenini ($) takdir etmemek mümkün degil. Bu öyle zor kazanilarak elde edilmis bir özgüven ($) ki, gözlerini, hislerini, insanin toplumsal etik anlayisini kör eden cinsten. O kadar kör olunmus ki Istanbul icin önemli ve tarihi bir ormani tamamen beton ormana dönüstürecek proje ile övgü duyuluyor, at üzerinde nameler atiliyor, alti cizilecek söylemlerde bulunuluyor.


Büyük cogunlugumuz 1453 logosunun altina siginan bu projenin reklamini gördük, izledik, sinirlendik,söylendik. Sadece uzaktan silüetini gördügümüz yükseltilmis bir cok kuleden olusan ve kopyala yapistir, uzat, cevir döndür mimari program komutlariyla hazirlanmis olan ve kente, kent insanina hic bir getirisi olmayan bu proje hakkinda yorum yapmanin gereksiz oldugu kanisindayim.
Burada asil üzerinde durmamiz gereken konu, yemyesil ormanlik alana komsu olan ve yesil alanin tahrib edilmesiyle insaa edilecek olan bu projenin sosyal medyada oldukca fazla tepki almasina karsin, gercek hayatta kisa sürede alici buluyor olmasi.


Gercekten bizler nasil bir gereksinim icerisindeyiz ki bu projelerden kendimize yeni ve güzel bir dünya kurma cabasi icindeyiz?
Ama unuttugumuz nokta, mekanlar insanlari ve hayatlari degil, insanlar mekanlari güzellestirir ve o mekanlara deger katar.
 Iste insanlarin giderek yalnizlasmasina, sehirden, sehir hayatindan kopmasina neden olan tüm bu kriterler gözönüne alinarak tonlarca para ile gerek kiralanarak yada satin alinarak degerleri arttirilmis oluyor bu projelerin.



Hepimiz yemyesil, temiz bir Istanbul arayisindayiz. Söz acilinca; eski mahallelerin samimiyetinden, cocuklarin rahatca kosup oynayabildigi alanlardan, komsuluk iliskilerinden, haftasonlari vakit gecirecekleri parklarin, ormanlarin, acik alanlarin eksikliklerinden bahsederken birden kendimizi nasil oluyor da böyle alelade sacmasapan projelerin icine hapsedivermis buluyoruz. Kimilerimiz icin bu projelerde yasamak bir sosyal-prestij göstergesi, kimilerimiz tamamen konuya fransiz, bilincsiz, para var alirim anlayisinda, kimilerimiz ise sadece iyi bir yatirim diyerek yardimci oluyoruz Istanbul’un hizla yozlasmasina.


Güvenli, steril, nezih bir ortam olmasi, komsularin statüsü (komsuluk anlayisi degismis olmali), cocuklar icin sunulan duvarlarla cevrilmis genis site bahceleri, kapali bir hatta 2 otoparki olmasi, spor salonlarinin varligi ve daha eklenebilcek bir cok kriterler insanlarin bu projeleri tercih etmelerine yardimci olmakta. Belki de yepyeni ve prestijli bir yasam tarzina sahip oldugumuzu saniyoruz bu konutlari tercih ederek. 



Sehri böylesine katleden projelerin at üstündeki sahipleri kadar bu projelerin kendilerine yüksek yasam standardi sundugunu düsünenler de bir okadar sorumlular diye düsünmekten kendimi alamiyorum malesef...





October 09, 2012

Ekim ayi kitaplarim...

 Halide Edip Adivar ve Halid Ziya Usakligil Türk edebiyatindaki en önemli romacilarimizdandir. Daha önce okuyamamis biri olarak ekim ayinda sectigim ve büyük bir begeni ve hayranlikla okudugum bu iki usta yazari okuma listelerinize almanizi tavsiye ediyorum. 

"Mor Salkimli Ev" Halide Edib'in cocukluktan baslayarak hayatinin belli bir kesimini kendi dilinden okudugumuz akici bir kitap. Istanbul'da gecen kisimlarin, eski sokak ve ev tasvirlerinin eski Istanbul hayranlari icin oldukca etkileyici olacagini düsünüyorum.

"Mai ve Siyah" Halid Ziya Usakligil'in dil ve anlatimi ile kendine hayran birakan 19.yüzyil Istanbul'unda sair olmayi hayal eden ve hedefine ulasmak icin hayalleri( Mai) ve hayal kirikliklarini(Siyah) zengin tasvirlerle betimleyen muhtesem bir roman.

Keyfli okumalar diliyorum...





Evlerimizdeki okuma köselerimiz...

Evlerimizde kendimize ve kitaplarimiza zaman ayirdigimiz köseler mutlaka vardir. Bu ilham verici mekanlardan birkac güzel örnek...






August 29, 2012

Viadük'lerin gücü adina : Ben Lützemburg!


Roma dönemine kadar uzanan tarihinin izlerini büyük bir titizlikle hala koruyan kücük, kendi kendine yeten, dünyanin yasam kalitesi siralamasinda birinciligi gögüsleyen ülke. Almanya, Fransa ve Belcika'nin mütevazi, sessiz sinir komsusu.

Lüksemburg'a gitmeden önce okudugum her yazi ve blogda olumsuz her türlü izlenim ve fikirlerle karsilasmistim. Hepsi sehrin kücüklügünden,  sadece 1-2 günlük seyahat icin uygun oldugundan bahsediyordu. Insanlarin beklentileri neydi acikcasi bilemiyorum ama ben Lüksemburg'un gururla "Ben Lützemburg!" dedigini duydum.


Herseyden önce inanilmaz stratejik ve tarihi bir öneme sahip. Ekonomik acidan dünyada en güclü ekonomiye sahip ülke oldugunu hatta eski tarihlerden günümüze kalan ve hala devam eden en büyük dukalik oldugunu okumustum. Bunu zaten sehirde Dukalik sarayinin görkemli durusundan da anlamak mümkün.  Ayrica hepimizin bildigi gibi demokrasi ve politika anlaminda en basarili ve güclü ülkedir.


Almanya'dan üc bucuk, dört saat süren müthis manzara esliginde süren bir tren yolculugu ardindan aksam saatlerinde varmistim Lützemburg'a. Bu sehri kesinlikle aksam görmelisiniz. Otelden birazcik rehberlik bilgileri ve bir harita alarak kücük mecaraya atilmistim coktan. Is cikisi saati oldugu icin ana caddelerde yogun trafik vardi. Sokaklar kalabalikti. Ilk görmek istedigim sey, bir viyadukler cenneti olan bu sehrin, yüksek tepeleri birbirine baglayan büyüleyici viyadüklerini aksam isiklariyla görmekti. Lüksemburga gidip döndükten sonra hafizalarinizda bir cok farkli güzel aniyla ve izlenimle döneceginizi garantileyebilirim.


Lüksemburg yüksek tepelerin eteklerinde ve derin vadi yataklarina yerlesmis farkli topolojik kimlige sahip bir sehir. Bu fiziksel özellik nedeniyle bir cok eski ve yeni insa edilmis viyadüklere sahip. Bu ilginc sehir kendini izleyen, izleten harika teraslara sahiptir. Vadiden yukariya baktiginizda sehri kilometrelerce kusatan; tarihi, heybetli surlari, surlar icine oyulmus savas yillarindan kalma sehri koruma magaralarini ve bircok eski mimari özelliklere sahip yapilari görüyorsunuz. Surlar üzerinde gezindiginizde asagida, vadide konumlanmis sehrin en eski yerlesim yeri olan "Grund"diye adlandirilan bölgeyi izliyorsunuz. Sehrin bu iki farkli kismi adeta tarihi canlandiran mükemmel bir sekilde kurgulanmis tiyatro sahnesini animsatiyor.

Ister asagidan bakin sehre ister yukaridan izleyin, büyük bir gururla koruduklari, sahip ciktiklari tarihi doku, dogal güzelligin birlesimi sizi kendine hayran birakiyor. Insanlarda garip bir hava var. Bu kültüre sahip olmanin bilinci midir yoksa, üc dil konusabilmenin ve ekonomik gücün sagladigi öz güvenmidir cözebilmis degilim. Ama sokakta biraz soguk bir iletisim havasi esiyor demeyi dogru buluyorum acikcasi kendimce. Buarada dedigim gibi ingilizce, fransizca yada almanca rahatlikla kullanabilirsiniz bu kültür ve tarih abidesi sehirde.


Lüksemburg'a gidip te görülmesi gereken en önemli baslica yerler, Grand Ducal Palace, Dük'ün hala yasamakta oldugu büyük saray. Sonra saraya yakin, II.Wilhelm meydani, Place d'Armes baska güzel bir meydan. Bu meydanlarda gezinize mola verebilecegimiz güzel farkli mutfaklara sahip restoran ve kafeler bulabilirsiniz. Sonra Notre Dame Kathetrali'ni mutlaka ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Cünkü bu kathedral digerlerinde olan ezici, bunaltici, kasvetli havadan ziyade daha sade bir ic mekana sahip. Lüksemburg surlari üzerindeki seyir teraslarini hem gece hemde gündüz gezmelisiniz, sehri tamamen bütün bir sekilde görebileceginiz en iyi acilari burada bulabilirsiniz. Ve mutlaka "Grund" diye bilinen viyadüklerin altinda vadide yer alan eski yerlesim alanini dolasmalisiniz. Bu eski yapilar ayni zamanda dar, eski ara sokaklari olusturmaktadir. Lüksemburg'u gezmenin en keyif verici yönü sehri yaya olarak harika bir sekilde gezebilmeniz. Görülmesi gereken tüm mekanlar birbirine yakin oldugu icin, bir alanda gezerken kendinizi birden bambaska bir mekanda bulabiliyorsunuz. Unutmadan söylemeliyim ki, Mudam yani modern sanatlar müzesine gitmeden dönerseniz cok sey kacirirsiniz. Ayrica tarihte savas dönemlerinin en önemli koruma birimleri olan surlarin icindeki magaralari gezerek bu soguk mekanlarda tarihi tekrar canli hissedebilmeniz de mümkün.


Bana sorarsaniz benim favorim, viyadükler üzerinde yaya olarak yürüyerek sehrin diger taraflarina gecmeniz. Ve vadiye inerek yürüyüs yollarinda doga ve tarihin icine karismaniz derim. Iyi gezmeler...





August 21, 2012

Bambaska Bayram Tadi...


Bambaska bir hayat tecrübesi yurtdisinda yasamak.. Baska bir kültür icinde, baska insanlarin arasinda, bambaska dil ile yasamak.  Ülkenizden, ailenizden ve dostlarinizdan ayri gecirdiginiz anlardan büyük bir fedakarlik ederek baska topraklarda kendimize yeni dünyalar kuran bizler, bu zorlu fakat cogu zaman keyfli macerada elbette bir cok kazanim elde ediyoruz. Hele ki bayramlarda herseyin degerini daha cok anliyor ve sahip cikmaya calisiyoruz. Adina "gurbette bayram"diyerek söze baslamak istemedim cünkü buradaki bayram telasini görmek, sokaklardaki bayrami kutlayan Türk, Arap, Pakistanli ve bircok baska milletten insanlarin coskusunu birbiriyle paylasmasi, bayram buruklugunu biraz olsun silmeye yetiyor.

Yasamimizin yaklasik dört yillik bir bölümünü gecirdigimiz yurtdisinda, sunu cok iyi ögrendik ki; ayri kaldigi herseyi daha cok özlüyor ve onlara tüm benligiyle gereken degeri vermeye calisiyor insan. Bayramlarda eger Türkiye'ye gidemediyseniz, 

1. Herseyden önce "Bayram" size kesinlikle tatili cagristirmiyor. Bayramin bayram oldugunu bir gün önceden hissederek, bilincle karsiliyorsunuz.

2.Telefonla akliniza gelen tüm sevdiklerinizi aramaya seslerini duymaya, hal hatir sormaya calisiyorsunuz. Tabii tüm bunlari bir zorunluluk olarak degil de icten samimi bir özlemle yaptiginizin karsi tarafin hissetmesi paylasilan bayram sevincinin kat sayisini arttiriyor.

3. Telefon ile ulasamadiklariniza,  "klasik 2 cümleden olusan genel bayram kutlama cümleleri"yerine hal hatir soran ve güzel dileklerinizi eklediginiz mesajlar ile ulasmaya calisiyorsunuz.

4. Bayrami kafa dinlemeye calisilan zaman diliminden cikararak, beraberligin ön planda oldugunun idrakiyle kimi sevdiklerinizin birarada olduklari zamani kararlastirarak video ile görüsme yapip, herkesi görmüs olmanin mutluluguyla, arada mesafeler yokmuscasina konusup sohbet etmenin tadini aliyorsunuz.

5. Sizi arayan, mesaj ve mail gönderen sevdiklerinize bir kez daha mütesekkir olup, vefalari icin onlara icten tesekkürlerinizi sunuyorsunuz.

6. Bulundugunuz yerde sizin gibi bayrami sevdiklerinden uzakta yasayan arkadaslarla bayram kutlamalarina oldukca özen gösteriyorsunuz. Tipki Türkiye'deki eski bayramlar gibi, özenli bir sekilde giyinerek, arkadaslariniza bayram ziyaretlerinde bulunuyorsunuz.

7. Tüm yil boyunca olmadigi gibi bayramlarda da hic kimse, isten, gücten, coluk cocuk telasindan, hayatin yogunlugu ve mesguliyetinden bahaneler uydurmak yerine, coluk cocuk tüm arkadaslar kalabalik bir sekilde biraraya gelme cabasi icinde bulunuyor. Beraberlik anlayisi icinde, samimi sohbetler esliginde icilen caylarin, yenilen tatlilarin tadi sonuna kadar cikarilmaya calisiliyor.

7. Yurtdisinda bayramda hediyelesme gelenegi hala devam etmekte. Ne kadar büyümüs olsanizda arkadaslarinizdan kücücük bir hediye almanin mutlulugu bile bayram sevincinize katkida bulunuyor.

8. Verilen hediyeleri heyecanla acan cocuklarin gözlerindeki sevinci görmek bayramlarin anlamini tekrar hatirlatiyor size.

9. Herkesin herkese vakit ayirdigi, kimsenin tatile, deniz kenarina kacmadigi bayramlari yasiyor insan yurtdisinda.

10.Ve elbette baska güzel bir duygu ise, Alman yada diger yabanci arkadaslarinizdan sizin kültürünüzü ve dininizi az cok taniyip saygi duyanlardan aldiginiz bayram tebrikleri de yüzünüzdeki gülümsemenin artmasini sagliyor...

Aslinda daha binlerce güzel madde eklemek mümkün bu listeye. Ailelerinizden ve sevdiklerinizden uzakta kaldiginiz bu bayram günlerinde sizin gibi hissedip, sizin gibi bayramlarin degerini bilen insanlarla bayramlari yasamanin da apayri bir tadi var. Kimi zaman mesafelerin uzakligindan dolayi "Gözden irak olan gönülden irak olur" sözüne sadik kalan sevdiklerinizle paylasamadiginiz güzel anlari, sanki yillardir bereberce yasamiscasina samimi kutlayan arkadaslarinizin varligi yüzünüzdeki buruklugu alip götürüyor.

Bu bayramda da bizleri taa uzaklarda unutmayip bayramimizi kutlayan, sevgi dolu seslerini bizlere duyuran tüm sevdiklerimize cani gönülden selam ediyor, herkesin bayramini en icten dileklerimizle kutluyor ve selamlarimizi yolluyoruz. Beraberce nice güzel, sevgi ve muhabbet dolu bayramlara....

August 20, 2012

Baska bir sehirde kaybolmusluk...



Hani bir sabah uyanırsınız da, kendinizi tüm yorgunluklardan arınmış hissedersiniz ya kimi zaman. Hiç bir şey, hiç bir saçmalık canınızı sıkamaz bugün, öylesine sakin ve mutlusunuzdur. İşte öyle bir gün bugünüm. Klavyenin başına geçip içimi dökmeyeli epey zaman oldu. 

Ne zaman gözlerimi kapatsam, o an burnuma çok farklı hayatların yada birbiri içine geçişmiş hayatlardan kısa anların kokusu gelir.

Pencereden dışarıya bakıp, karşı bina ile aramda ben buralarda yokkende burada olan şu kocaman ağaca baktım öğlece. Aklım karmakarışıktı. Ama tüm bu gelip geçici, gönlümü eğlendiren düşünceler arasından aradığımı, bugünümün hikayesini buldum. Karşı pencerenin perdelerinden gözlerimi kendi odama, hikayeme çevirdim. Bunları düşünmeye dalmışken acaba kaç dakikadır buradaydım...

... Paddington'da beni Londra'nın binbir ucuna götürecek treni bekliyordum. Aklım başka anlarda dolaşırken birden gözüm yerde yazan Mind the Gap yazısına takıldı. Birkez daha bu sarı uyarı yazısı beni içinde bulunduğum istasyona çekmeyi başardı. Çevredeki insanlara gözlerimi fark ettirmeden kaydırırken, bir yandan tren beni nereye götürse diye fikir üretmeye çalışıyordum. Oldukça kuvvetli ama nereden geldiğini kestiremediğim yapay bir rüzgar kafamdaki tüm fikirleri biranda dagitti. Ve Paddington durağından Londra'nın eski metrosuna binerek Büyük Londra'yla tanışmaya hazırdım. İlk kez Paris'te binmiştim böyle eski bir metroya ve  film setlerinden çıkmış bir avuç zenciyle beraber.


Eğer bir şehirde su yoksa, o şehrin ruhunda eksiklik hissediyorum. Bu nedenle olsa gerek önce Thames nehrine rotamı çevirdim. Kalabalık içinde kaybolmanın verdiği, biraz tedirginlik biraz da muzip bir mutlulukla binlerce tabela arasından rotama beni ulaştıranı buldum ve kayıtsız peşine düştüm. Büyük bir tarihi, modernizmi, gizemi, derdi, kederi, problemleri, doğayı, gelenekseli, tam kalbinde besleyen bu büyük metropolü 2 kıyıya ayıran bu güzel nehrin üzerinde yürüdüm, ortasında durdum.

Hava hafif kararmaya başlamıştı, daha gizemli yada ne bileyim aradığımdan çok daha şey verecek bir şehrin ipucunu verir gibiydi adeta. BigBen karşımda, Westminster'ın alımlı minaresi kimliğiyle duruyordu. Karşısında ona nispeten popülaritesini tasarlandığı ilk günden bu yana koruyan devasa tekerlek London Eye. Gözlerimle olan ilk tanışıklıklarıydı bu küçük betimlemeleri bana yaptıran. Artık her binanın, köprünün ışıkları yanmıştı. Aradığım onun arkasındakilerdi. Yürüyerek Westminster'den yukarıya Trafalgar Square'dan Picadilli Circus'a doğru ilerlediğimde o yanan ışıkların arkasındaki hareketleri kendini göstermeye başlamıştı. Hatta adeta insanı sürekli şaşırtan şahane bir gösteri gibi çıkıyordu karşıma. Oxford Caddesi, alışveriş için kendini kaybedenlerin durağı. İnsanlar çıldırmış gibi kapılardan giriyor ve çıkıyorlardı. Bu daha önce görmediğim çılgın kalabalıktan cok bunalmıştım ki kendimi National Geographic Cafe'de masif ahsap ile oluşturulmuş country tarzı döşenmiş, ingiliz şaşasından neyse ki hiç bir iz taşımayan, fransız menösü içeren kafede mandarin çayı içerken buldum.

Eski kalın porselen demlikte demlenmiş çayımı porselen fincanımdan yudumlarken, artık Londra'nın kokusunu bulduğumu düşünmüştüm. Londra'dan dönmeden mutlaka tekrar uğramak için listeme eklediğim bu sıcak mekanı isminden bağımsız çok sevmiştim. Oxford Caddesi'nde epey dolaştıktan sonra, kesinlikle arka sokaklara sıra gelmişti. Hem biraz karnımı doyurmak hemde Londra'nın başka yüzüyle tanışmaktı amacım. Bütün sokaklar tiyatro sahnesinden farksızdı. Reklam tabelalarının oluşturduğu görsel kirliliğe rağmen Romanesk binalar, inşa edildikleri ilk günkü gibi canlı ve güçlü duruyorlardı. Ben bunları düşünürken kendimi Londra'nın gerçek bir kesitinde Chinatown'da buldum. Uzak doğu mutfağı her zaman ilgi odağım olmuştur. Bu kadar profesyonelleri sanırım ilk kez görüyordum. Pekin ördekleri vitrinlerde asılı bana bakarken aslında açlığımı bir kez daha sorguladım. Ve daha fazla vakit kaybetmeden yanyana birbirine benzer restoranlardan birine attım kendimi.

Vejeteryan güzel bir asya yemeğinden sonra tekrar Londra sokaklarındaydım. Sadece ana caddeler değil her cadde, her ara sokak hatta her çıkmaz sokak dahi yaşıyordu bu şehirde. İşte bu çok hoşuma gitmişti. Bir şehre gittiğimde ilk gözüme çarpan binalardır, binanın kimlikleri, malzemesi, dokusu, mimari getirisi-götürüsü. Ama zamanla bakmayı öğrendiğim ve Londra'da rahatça gözlemlediğim olgu mimari kurgu , yada sahne içinde o şehrin mimariyi ne kadar yaşanabilir kıldığıydı. Şehirleri yaşanılır kılan yadsınamaz mimari etkiler değildi tabii ki. Kesinlikle şehir ve mimari etkileşimi sosyolojik bağlamda incelenmeliydi. Sosyolojik etkileşim olmadan ne kadar başarılı olabilirdik ki biz mimarlar?

Sorunsallar her zaman farklı bir şekilde yerini alır mimarinin içinde. İşte yaşayan bir şehir, kalbi atan, damarları olan, gözü, ruhu olan bir şehir. Sokaklarda dolaşırken sanki bir varlıkla konuşuyordum aslında. Örneğin Britisch Muesum, saygıdeğer Lord Normen Foster'ın birkaç rötuşuyla nasılda yumruğunu koymuş masaya. 3-4 saat sizi sizden alıyor. Tamam bu işte mimarinin gücü, yaptırımı. Ama British Museum, National Galeri, Science Museum, Shakespeare Theater gibi bir cok müze ve tiyatronun yaradılışının ana konseptini oluşturan, olgusal anlamda insan hayatını hava ve su kadar vazgeçilmez kılan bir kültür varlığıdır. 1 hafta boyunca Londra'da kalıp hergün birkaç müzeyi gezip sonra kendinizi bu varlığı sizinle bütünleştiren şehrin kollarında, akşamınızı güzel bir sinema yada tiyatroda gerçirmenizi istemli ve istemsizce size empoze eden bir kültür bu. Kesinlikle mimarinin ötesinde bir hayat anlayışı.

Yada sabah şehrin başka yüzüyle tanışmak için içine girip yönünüzü kaybettiğiniz Hyde Park. Size düşünmek , hayal etmek, yapmak istediğiniz herşeyi sunuyor. Yanınızdan geçen 80 yaşında sizden daha enerjik bir şekilde sabah sporunu yapan yaşlı bir ingiliz beyfendisine hayretle bakıp, düşünedururken, emin olun birileri daha biz yokken, siz yokken, mimarlık yokken, sanat yokken kendi insanıni  mutlu etmenin yollarını araştırıp bulmuşlar ve bu kültür iksirinin adına Londra demişler.

Bir çok anın, bir çok kokunun bir çok hikayemin unutulmaz şehri Londra'dan selamlar...

June 05, 2012

Kentsel Dönüşüm’ün Almancası nedir?

“Kentsel Dönüşüm” son yıllarda adından çok sık bahsedilen, tartışmalar yaratan ve şu aralar birçok toplu konut uygulamalarına başlık olan bir kavramdır. Bu yazıda Almanya’da kentsel dönüşüm anlamında yeni bir ufuk açarak, 2012 işveren ödülünü alan “Erfttal Konut Projesi”ni inceleyerek dönüşüm konusunu biraz irdelemek istiyorum.

Bilindiği üzere, iklim ve demografik değişimler, kentte yapılması planlanan soylulaştırma planlamaları hatta yapılmış olumsuz soylulaştırma örnekleri her ülkede olduğu gibi Almanya’da da konut üretimi için farklı bakış açılarına yönelimi arttırmıştır. Mimarlar, bir çok göçmen ulusun yaşadığı ve hızla yaşlanmakta olan nüfusun ihtiyaçlarına hem ekolojik hem de sosyal etkileşim bağlamında artık cevap veremeyen eski konut dokusuna alternatif yeni yaklaşımlar tasarlamaya başladılar. Bu noktada Ağırbaş/Wienstroer Architektur & Stadtplanung Ofisi ‘nin Neusser Bauverein AG Grubu tarafından 2012 Şubat ayında ödüle layık görülen “Erfttal Projesi” kentsel dönüşümün sosyal boyutta kazandığı başarıyı gösteren oldukça iyi bir konut projesidir. Bu olumlu örnek proje ile Almanya’da yeni bir yaşam tarzı canlanmaya ve gelişim göstermeye başladı.

Projenin tamamlanmasıyla orada yaşayan insanlar tekrar evlerine geri yerleştirildi. Fiziksel mekân değişimi, insanların yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmesine hiçbir şekilde engel teşkil etmiyordu. İnsanların bu yeni konut alanında yaşamaktan dolayı duydukları memnuniyeti gördükten sonra açıkçası bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Böyle bir projeye hak ettiği değeri veren Almanya adına bu başarılı proje, konut sektöründe mutluluk verici bir gelişme oldu. Hiç şüphesiz benzer vizyonla İstanbul’da da bu tür başarılı kentsel dönüşüm projelerini görmek, gerek konut sektörü, gerekse kültürel ve sosyal açıdan yaşamlarına sahip çıkan insanlar için mutluluk verici bir başlangıç olacaktır. Şimdi projeyi tanıyalım ve bizler de “dönüşüm”ün ne olduğunu bir kez daha düşünelim!

Her şeyden önce projenin savunduğu en önemli kriter, kentsel dönüşüm ile sadece fiziksel mekan değişiminden ziyade daha çok sosyal dönüşümün tam ve doğru anlamda gerçekleştirilebilmesidir. Proje iki etaptan oluşuyor. İlk olarak, projenin gerçekleştirileceği alanda kentsel tasarım açısından bölgenin canlandırılmasına ve değer kazanmasına olanak sağlayacak konut yerleşkeleri tasarlanması amaçlanıyor. İkinci ve önemli aşama, orada yaşayan halkın geçici bir süre, başka bir yerleşim alanına transfer edilmesi ve projenin yapım sürecinde, zenginleştirilmiş, farklı etnik ve çoklu jenerasyonun birlikteliğini, mahalle ve komşuluk olgusunu güçlendiren bir sosyal yaşamın sunulmasıdır. Özellikle, birçok göçmen aile ile yıllardır iç içe yaşamış olan Alman toplumunun, bu yeni konut oluşumuna gösterdiği ilgi, böyle başarılı ve ufuk açan projelere olan talepleri arttıracaktır. Ağırbaş/Wienstroer Architektur &Stadtplanung Ofis kurucularından Mimar Ercan Ağırbaş projenin felsefesini şöyle özetliyor: “Binalar, evler, duvarlar, elle dokunduğumuz, gördüğümüz tüm somut mekânlar ve malzemeler değişiyor-dönüşüyor, ama orada yaşayan aileler, birliktelikler ve yaşamlar değişmek yerine tekrar kaldıkları yere dönerek, kaldığı yerden yaşamlarına devam ediyorlar. Hatta insanlar yaşamlarına devam ederken, proje sayesinde farklı etnik gruplara ve kültürlere, yaşlı ve genç her jenerasyona da alternatif konut önerileri ile buradaki sosyal ağın daha fazla genişlemesi sağlanıyor.”
Projeyi fiziksel olarak tarif edersek, tüm binalar üç kattan ve toplam 113 daireden oluşuyor. Bir konut projesinde olmazsa olmaz balkon veya bahçe her daire için tasarlanmış. Binalarda bulunan dairelere ulaşım açık galeri sistemine sahip koridorlarla sağlanıyor. Böylece bu açık galerilerde konumlandırılan ortak asansörler maliyeti düşürüyor. Öte yandan bu açık galeri sistemine sahip koridorlar sayesinde, proje alanındaki kamusal alanlardan özel alanlara geçişler başarılı mekânların kurgulanmasına olanak veriyor.

Şimdi gelelim projeyi sosyal açıdan güçlü kılan unsurlara. Projede vurgulanmış en önemli kavram, kamusal ve bireysel alanlara oldukça fazla yer verilmesidir. Araç park alanlarının tümüyle zemin altına alınması, arazide binalar arasında kaliteli yeşil alanların ve sosyal paylaşım alanlarının yoğunluğunu arttırmıştır. Ayrıca araçların hiçbir şekilde görülmediği açık alanlar, çocuklar için uygun oyun alanlarına olanak sağladığı gibi, bahçe katında yaşayan özellikle yaşlılara oldukça kullanışlı, gürültü ve araç kirliliğinden uzak keyifli mekânlar sunmuştur. Ayrıca projeye farklı bir karakter kazandıran “ses bariyeri” görevini üstlenen şeffaf duvar, ana yoldan gelecek yoğun trafiğin neden olduğu gürültü kirliliğini engelleyerek, içeride kurgulanmış açık alanlara kaliteli bir mekân kimliği kazandırmıştır. Şuan içinde birçok farklı ailenin yaşamını sürdürdüğü bu yeni kentsel dönüşüm projesi, bir sosyal toplu konut projesi olarak günümüzde her şehrin, özellikle İstanbul’un ihtiyaç duyduğu bir yaşam örneği sergilemektedir.

Sosyal hayatın, mahalle ve komşuluk ilişkilerinin önemini vurgulayan böylesine başarılı kentsel ve sosyal dönüşüm projelerinin İstanbul’da görülememe nedenlerinin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Her şeyden önce bizler, İstanbul başta olmak üzere birçok kentte mahalle olgusunun, birlikte yaşamın ve tarihi dokunun sıkı bir ilişkiyle örülmüş eski kent dokusuyla iç içe yaşayan bir toplumuz. Ama gelin görün ki, yaşamımızı zenginleştiren, bizi biz yapan bu unsurları göz ardı eden “kentsel dönüşüm” adı altında kentsel doku kadar toplumsal kimliğimizi de yozlaştıran toplu konut uygulama projelerinin her geçen gün artması kabul edilemez bir durum. İstanbul’da Sulukule, Fatih, Tarlabaşı, Balat gibi önemli tarihi dokuya sahip ve mahalle kavramını hala ayakta tutmaya çalışan alanlarda yapılan dönüşüm projeleri ne yazık ki sadece olumsuz anlamda fiziksel mekân değişiminden başka bir şey değildir. Üzücü olan, Almanya’da yapılan yeni projelerde, mahalle olgusu ve etnik çeşitliliğin bir arada yaşayabilmesi sağlanmaya çalışılırken ve bu tür projelerin toplumun ihtiyacını en üst düzeyde karşıladığı görülürken, Türkiye’de mevcut olan bu değerlere sahip çıkmak yerine, onların yozlaşmasına hatta kaybolmasına neden olan projelerin kentsel dönüşüm adı altında sunulmasıdır.
Erfttal Projesi’ndeki gibi araç otoparklarından uzak, nitelikli yeşil oyun ve sosyal paylaşım alanlarına sahip farklı gelir seviyesine ve kesimlere hitap eden toplu konut projelerinde yaşamanın, Sulukule, Fatih, Balat gibi alanlarda yaşayan halkın en doğal hakkı olduğunu savunuyorum. Halkın elinden önce evlerini alarak, daha sonra onlara ve oraya ait tüm yaşanmışlıkları yok etmeye çalışarak ve hatta o insanları yaşadıkları topraklardan uzaklaştırarak, yapılan toplu konut uygulamaları kentsel dönüşüm vizyonundan uzak olduğu gibi kenti, var olan kent dokusunu, yaşamları, kültür ve tarihi öldürmekten öte değildir. İnsanların, dönüşüm adı altında ruhsuz bir şekilde tasarlanıp inşa edilen bitişik nizam apartman daireleri ve araçlar tarafından işgal edilmiş sözde kaldırımlar, villa tarzı tasarlanmış konutlardan ziyade, alışılagelmiş yaşam tarzını, kendi kültür ve kimliklerini devam ettirebilecekleri zenginleştirilmiş, nitelikli ve kaliteli mekânlara dönüştürülmüş konutlarda yaşamaya ihtiyaçları bulunmaktadır.

Kentsel dönüşümden bahsedildiğinde Türkiye’de göz ardı edilemeyen ve her daim tartışma konusu olan “gecekondu” kavramı akıllara gelmektedir. Geçmişte yasal olmayan yollardan bir şekilde kendilerine barınak oluşturmuş zamanla kolonileşerek çoğalmış ve hatta kimi zaman politik ya da ekonomik ilişkiler sayesinde yasal onay almış olan gecekondu halkı “dönüşüm” adı altında evlerinden ve mahallelerinden uzaklaştırılıyor. Kentin mimari dokusunda büyük gedikler açan bu gecekondulaşma, arkasında farklı bir sosyal yaşam kaygısı taşımaktadır. Kırsaldan kente göçün sonucu görülen gecekondulaşma, aslında bizlere göç eden toplumların kırsalda sahip olduğu yaşam tarzını kente adapte etme çabasını göstermektedir. Bu alanlarda görülen bahçeli, alçak katlı konutlar, mahalle ve küçük sokak dokusu sosyal boyutta insanların ihtiyaçlarına yönelik sinyaller vermektedir. Dolayısı ile burada ortaya çıkan çarpık kentleşmeyi düzeltme adına, sorunlar sosyal açıdan ele alınarak, uygun bir mimari yaklaşım ile çözümlere gidilmelidir. Gözden kaçırılan nokta, kentin bu gibi sorunlara sahip bölgelerinde yapılması gereken, oradaki kötü kent dokusu ile beraber, sahip olduğu kültür ve yaşam tarzına destek olacak kaliteli yaşam alanlarının oluşturulmasına yönelik tasarım yaklaşımlarında bulunulmasıdır. Yani fiziksel değişimler planlanırken, mahalle ve sokak olgusu, yeşil-açık alanların organizasyonu fonksiyonel bir biçimde kurgulanmalıdır. Bir yandan nitelikli mekânsallık gün yüzüne çıkarken, diğer yandan insanlara daha yaşanır, sosyal donatılarla güçlendirilmiş bir sosyal ortam sunulmuş olur. Maalesef İstanbul’da gördüğümüz toplu konut uygulamalarının sosyal boyutta ne kadar sığ ve yetersiz bir yaklaşım ortaya koyduğunu görmekteyiz.

Kentler arası göç sorunu yaşamayan Almanya’da her kent kendi içinde kendi gereksinimlerine cevap verecek şekilde bir yöntem geliştirmektedir. Burada göz önünde bulundurulan nokta ise, bizde görülen iç göçten biraz farklı olarak, dış göç ile yerleşmiş, çeşitli ulustan insanların birbiri ile etkileşimde bulunmalarını sağlayacak, nitelikli sosyal ilişkilere alt yapı oluşturabilecek toplu konut uygulamalarına yönelim gösterilmesidir.
Erfttal Projesinin yaratıcılarından Mimar Ercan Ağırbaş şöyle diyor:” İstanbul gibi zengin bir kültüre, sosyal çeşitliliğe, farklı jenerasyona sahip toplumun ihtiyacı olan şey, bireysel ve toplumsal anlamda sosyal boyutta, nitelikli ve kaliteli mekân ruhuna sahip konutlar üreten dönüşüm projeleridir. Sosyal bağlamda toplumun ve bireyin gereksinimlerine hem günümüzde hem de gelecekte cevap veremeyecek nitelikte toplu konut uygulamaları, kenti tükettiği gibi kısa sürede kendi varlığını da koruyamaz hale gelir.”

Yazının en başında sorduğumuz sorunun cevabına gelince:kentsel dönüşümün Almancası “Stadtumbau” dır. Yani binalar, yollar, duvarlar, yapılar dönüşüyor ama aileler, orada yaşayanlar ve yaşamlar eski hali ile kalıyor.





January 18, 2012

İstanbul’da yaratamadığımız Landmark’ı gelin Londra’da yaratalım projesi: Royal Docks/London


Eski Royal Docks’tan görünüm
Biz mimarlar biliriz ki, her yeni proje gerçekleştirilmek üzere başlanan yepyeni bir hayal dünyasıdır. Heyecanlı bambaşka bir serüven bizi bekliyordur. Bir anda elimizde kalem, minik, karmaşık eskizleri çevremize anlatırken buluruz kendimizi. İşte macera burada başlamıştır çoktan.

Benim Royal Docks/Londra ile tanışmam tam da böyle bir serüvendi. Peter Behrens School of Architecture (PBSA)’da yapmakta olduğum master eğitiminin bitirme projesiydi beni heyecanlandıran ve Londra’nın doğusundaki maceraya sürükleyen. Bu kez çok farklı bir konudan bahsediyorduk. Konu Londra’nın doğusunda Thames Gateway kentsel gelişim koridor aksında önemli bir stratejik role sahip Royal Docks bölgesiydi. Projenin amacı, sürdürülebilir kentsel dönüşüm ilkeleri ve yenilenebilir enerji kaynaklarının paralel kullanımıyla bu bölgenin canlandırılmasıydı. Proje, bina ölçeğinin ötesinde bir master plan projesiydi.  Projenin bir başka amacı da, bölgenin geçmiş ve mevcut durum analizi sonucunda Londra’ya yeni bir kent dokusu kazandırmaktı. Bu yüzden London Design Agency (LDA)’den uzman kişilerden oluşan bir grup ile görüştüm. Bölge hakkında edindiğim bilgiler doğrultusunda önce Royal Docks’ı tanımaya ve tanımlamaya başladım.
Royal Docks birçok metropolün karşı karşıya olduğu büyük problemleri içinde barındıran, Londra’nın doğusunda öksüz kalmış bir bölge. Tarihte ticari amaçla kullanılan, aktif ve büyük bir liman olma ünvanına sahip bu alan, günümüzde kentsel dönüşüm için değerlendirilebilecek en gözde bölgelerden biri durumunda.  Royal Docks dönüşüm projeleri için ilgi çekici birçok avantaja sahip. Her şeyden önce, kentsel dönüşüm projelerinin ana kriterlerinden biri olan ulaşımı güçlendiren bir havaalanı bulunuyor bölgede. Eski bir liman olan Royal Docks, hemen yanı başında bulunan City Havaalanı, kuzey batısında yer almakta olan 2012 Olimpiyat Oyunları yerleşim alanı, Excel Fuar Binası, University of East London ve öğrenci yurtları bu alanın sahip olduğu yaşamsal potansiyel sinyali vermekte.

Royal Docks görünüm 2011
Bölgenin ihtiyaçları doğrultusunda LDA tarafından yapılmış olan çalışma sonucu Royal Docks’ta 100.000 kişilik konut alanı başta olmak üzere, eğitim, ticaret ve kültürel aktiviteleri de içinde barındıracak yeni bir kentsel yerleşim planı hedefleniyordu. LDA ve Londra Belediyesi bu bölge için yatırımcılar aradığından dolayı bizden istediği senaryonun gerçekçi olmasını istiyordu. Yani Royal Docks’a ilgi duyabilecek gerçek yatırımcılar ile bölgeye farklı kentsel kimlik kazandıracak, sürdürülebilir akıllı bir proje.
Projemin adı “Smart FlexCity”. Smart, çünkü doğal enerji kaynaklarından üretilen enerji ile destekleniyor. Flexible, çünkü tasarlanan sistem eski kent dokusu üzerinde ihtiyaç doğrultusunda yatay ve düşey olarak büyüme gösterebiliyor. Her şeyden önce benim senaryomun başrol oyuncuları Türk yatırımcılarıydı. Farklı alanlarda uluslararası yatırımları gerçekleştirebilecek Türk şirketlerinin bu bölgeye yatırımda bulunarak Türkiye’nin kendi Landmark’ını oluşturabileceğini düşünerek başladım projeye.
Türkiye’nin Londra gibi bir metropolde kendi Landmark’ını oluşturabilecek ekonomik güce, kültürel ve mimari anlamda güçlü bir potansiyele sahip olduğunu vurgulamak oldukça ilgi çekici ve en az onun kadar gerçekçi bir yaklaşımdı. Londra’da gerçekleştirilecek kültürel etkileşimi sağlayan bu proje İstanbul ve Londra gibi iki büyük metropolü ortak bir paydada buluşturabilecekti.
Smart FlexCity Project- London Royal Docks
Kurgulamış olduğum senaryo oldukça gerçekçi ve ilgi çekici bulunmuştu ki, LDA’dan uzman bir kişi ile görüştüm ve benden bu senaryo ile ilgili Türkiye’den yatırımcı firmalar ile iletişim kurmam istendi. Senaryom için belirlediğim firma bilgilerini iletişim için LDA ‘ya ilettim. Şuan durum nedir, ne gibi sonuçlar alındı açıkçası bilmiyorum. Çünkü Royal Docks için oldukça büyük bir kentsel gelişim projesi ve yatırım planı tasarlanmakta. Tabi böyle bir durumda muhakkak birkaç firmanın bir araya gelip, ortak bir master plan oluşturması gerekiyor. Dolayısıyla tüm bu veriler LDA ve Londra Belediyesi tarafından değerlendirilmekte.
Smart FlexCity Yatırımcı Senaryosu
Yazımın başlığından da anlaşılacağı gibi, açığa çıkarılmak istenen bir kaygı vardı ortada ve bu noktadan başlanmalıydı. Bu problemleri konsept olarak üç ana başlık altında geliştirerek sorunlara çözüm aradım.
1.Sosyolojik yaklaşım 

2.Yeni bir kentsel doku ve farklı yaşam ilkesi (Flexible)
3. Doğal enerji kaynaklarını kullanarak akıllı enerji sistemi ile enerji üretimi (Smart System)

İlk olarak sosyolojik boyutta, tamamıyla Türk yatırımcı ile kurulan ama Türk-İngiliz kullanıcılara yönelik, entegrasyon dediğimiz bütünleşmeye, kaynaşmaya dayanan yeni bir sosyal etkileşim alanları oluşturmayı amaçladım. Gerçekleştirilmek istediğim, bir nevi İstanbul’daki çok kültürlülük ve çeşitliliğin orada farklı mimari yaklaşımda vücut bulmasıydı. Projenin ana arteri kamusal alanlardı. Özellikle İstanbul’da açık alanların efektif kullanılamadığını savunan bir mimar olarak ben, bu problemi kendi projemin en önemli çıkış noktası yapmıştım. Dolayısıyla konsept olarak binalardan değil açık mekanlardan yola çıktım. Farklı katmanlarda, farklı mekânsal boyutlarda açık kentsel yaşam alanları yarattım. Diğer yandan ulaşımın önemini de vurgulayarak, Londra’nın doğusunda canlanacak kentsel dönüşüm alanını şehrin tüm uçlarına bağlamak, bu alanın varlığını güçlendirmek istedim.

Yeni bir kentsel doku, farklı yaşam ilkesi (Flexible)bağlamında; Archigram ütopyalarına ithafen oluşturduğum proje, büyük bir mixed-use organizma gibi çalışmaktaydı. Bölgedeki arazileri konut, eğitim, kültür, ticaret gibi kutuplara ayırmak yerine, tüm işlevleri birbiri içerisinde, farklı yönlerde ( alt-üst-sağ-sol) karıştırıp eriterek, alışılmışın dışında bir çalışma sistemi oluşturmayı amaçlamıştım. Örnek olarak, bölgede yaşayan bir kişi işyerinden çıkıp, kara yolu gibi kaotik bir ulaşım ağını kullanmadan, kültürel bir etkinliğe katılabilir, alışverişini yapabilir, kendine ait bahçesinde çalışır ve küçük yaşam alanlarından oluşan stüdyosuna kısa sürede dönebilir. Tüm bu aktiviteleri flexible olarak hazırlanan iç içe birbirine geçmiş yaşam alanlarında gerçekleştirebilir. Dolayısıyla, hızına yetişemediğimiz günlük hayattaki en önemli kavram olan zamanın daha verimli kullanılabilmesine olanak sağlayan, içinde binlerce kullanıcıyı barındıran bir organizma yaşamaya başlıyor. Farklı kültür, eğitim, din, dil ve ırktan oluşan bu çeşitlilik projeyi renklendiren ve ayakta tutan bir nokta haline geliyor. Bu flexibility sayesinde sistem ihtiyaç ve taleplere göre yatay ve düşey akslarda büyüyebilmektedir. 


Flexible Organizma
Projenin üçüncü özelliği ise, organizmayı besleyen ve onu ayakta tutan doğal, yenilenebilir kaynaklardan oluşan enerjiyi depolayan smart bir sistemdir. Projede su, rüzgar, güneş ve yeryüzü ısısı gibi doğal kaynakları merkezi bir şekilde akıllı bir sistemle bütünleştirerek bölgenin enerji tüketimine karşılık, yaklaşık %90lık bir oranla enerji üretimi sağlanması hedeflenmiştir. Günümüzde oldukça yaygın bir şekilde kullanılan bu sistemde, Thames Nehri’nin su enerjisi için kullanımı bölgenin sağladığı başka bir avantajdır. Rüzgâr enerjisi, bölgeden uzak konumlandırılan rüzgâr türbinleri desteği ile üretilmiş ve smart sistem ile bölgeye aktarımı sağlanmıştır.
İtiraf etmeliyim ki bu projede İstanbul’da yaşadığım süreçte karşılaşmış olduğum ve belkide hala karşılaşılmakta olan sorunlara Londra Royal Docks’ta farklı yaklaşımlarla çözüm bulmayı amaçladım. Karayolu kullanımının oldukça minimize edildiği, köprülere, otobüslere, minibüslere ihtiyaç duymayan bir ulaşım ile oldukça rahat kullanılan açık kamusal alanlar tasarladım. Her cadde başında yer alacak devasa alışveriş merkezleri yerine, büyük yeşil alanlar, şehir parkı, bisiklet ve yaya yolları, her kullanıcının sahip olabileceği açık alanlar üzerine oluşturdum senaryomu.
Sonuç olarak en başta bahsettiğim, “her proje yepyeni bir hayal gücü” noktasına geri dönersek, sahip olmak isteyip de olamadığımız, bir türlü İstanbul’da göremediğimiz tasarıları, master planları Türkiye yatırımcılarının başka bir metropolde başarılı bir şekilde hayata geçirilebileceğinden yola çıkarak bir proje oluşturmayı amaçladım. En kısa zamanda Royal Docks’ta Türk yatırımcıların imzalarını görmek dileğiyle…