August 20, 2012

Baska bir sehirde kaybolmusluk...



Hani bir sabah uyanırsınız da, kendinizi tüm yorgunluklardan arınmış hissedersiniz ya kimi zaman. Hiç bir şey, hiç bir saçmalık canınızı sıkamaz bugün, öylesine sakin ve mutlusunuzdur. İşte öyle bir gün bugünüm. Klavyenin başına geçip içimi dökmeyeli epey zaman oldu. 

Ne zaman gözlerimi kapatsam, o an burnuma çok farklı hayatların yada birbiri içine geçişmiş hayatlardan kısa anların kokusu gelir.

Pencereden dışarıya bakıp, karşı bina ile aramda ben buralarda yokkende burada olan şu kocaman ağaca baktım öğlece. Aklım karmakarışıktı. Ama tüm bu gelip geçici, gönlümü eğlendiren düşünceler arasından aradığımı, bugünümün hikayesini buldum. Karşı pencerenin perdelerinden gözlerimi kendi odama, hikayeme çevirdim. Bunları düşünmeye dalmışken acaba kaç dakikadır buradaydım...

... Paddington'da beni Londra'nın binbir ucuna götürecek treni bekliyordum. Aklım başka anlarda dolaşırken birden gözüm yerde yazan Mind the Gap yazısına takıldı. Birkez daha bu sarı uyarı yazısı beni içinde bulunduğum istasyona çekmeyi başardı. Çevredeki insanlara gözlerimi fark ettirmeden kaydırırken, bir yandan tren beni nereye götürse diye fikir üretmeye çalışıyordum. Oldukça kuvvetli ama nereden geldiğini kestiremediğim yapay bir rüzgar kafamdaki tüm fikirleri biranda dagitti. Ve Paddington durağından Londra'nın eski metrosuna binerek Büyük Londra'yla tanışmaya hazırdım. İlk kez Paris'te binmiştim böyle eski bir metroya ve  film setlerinden çıkmış bir avuç zenciyle beraber.


Eğer bir şehirde su yoksa, o şehrin ruhunda eksiklik hissediyorum. Bu nedenle olsa gerek önce Thames nehrine rotamı çevirdim. Kalabalık içinde kaybolmanın verdiği, biraz tedirginlik biraz da muzip bir mutlulukla binlerce tabela arasından rotama beni ulaştıranı buldum ve kayıtsız peşine düştüm. Büyük bir tarihi, modernizmi, gizemi, derdi, kederi, problemleri, doğayı, gelenekseli, tam kalbinde besleyen bu büyük metropolü 2 kıyıya ayıran bu güzel nehrin üzerinde yürüdüm, ortasında durdum.

Hava hafif kararmaya başlamıştı, daha gizemli yada ne bileyim aradığımdan çok daha şey verecek bir şehrin ipucunu verir gibiydi adeta. BigBen karşımda, Westminster'ın alımlı minaresi kimliğiyle duruyordu. Karşısında ona nispeten popülaritesini tasarlandığı ilk günden bu yana koruyan devasa tekerlek London Eye. Gözlerimle olan ilk tanışıklıklarıydı bu küçük betimlemeleri bana yaptıran. Artık her binanın, köprünün ışıkları yanmıştı. Aradığım onun arkasındakilerdi. Yürüyerek Westminster'den yukarıya Trafalgar Square'dan Picadilli Circus'a doğru ilerlediğimde o yanan ışıkların arkasındaki hareketleri kendini göstermeye başlamıştı. Hatta adeta insanı sürekli şaşırtan şahane bir gösteri gibi çıkıyordu karşıma. Oxford Caddesi, alışveriş için kendini kaybedenlerin durağı. İnsanlar çıldırmış gibi kapılardan giriyor ve çıkıyorlardı. Bu daha önce görmediğim çılgın kalabalıktan cok bunalmıştım ki kendimi National Geographic Cafe'de masif ahsap ile oluşturulmuş country tarzı döşenmiş, ingiliz şaşasından neyse ki hiç bir iz taşımayan, fransız menösü içeren kafede mandarin çayı içerken buldum.

Eski kalın porselen demlikte demlenmiş çayımı porselen fincanımdan yudumlarken, artık Londra'nın kokusunu bulduğumu düşünmüştüm. Londra'dan dönmeden mutlaka tekrar uğramak için listeme eklediğim bu sıcak mekanı isminden bağımsız çok sevmiştim. Oxford Caddesi'nde epey dolaştıktan sonra, kesinlikle arka sokaklara sıra gelmişti. Hem biraz karnımı doyurmak hemde Londra'nın başka yüzüyle tanışmaktı amacım. Bütün sokaklar tiyatro sahnesinden farksızdı. Reklam tabelalarının oluşturduğu görsel kirliliğe rağmen Romanesk binalar, inşa edildikleri ilk günkü gibi canlı ve güçlü duruyorlardı. Ben bunları düşünürken kendimi Londra'nın gerçek bir kesitinde Chinatown'da buldum. Uzak doğu mutfağı her zaman ilgi odağım olmuştur. Bu kadar profesyonelleri sanırım ilk kez görüyordum. Pekin ördekleri vitrinlerde asılı bana bakarken aslında açlığımı bir kez daha sorguladım. Ve daha fazla vakit kaybetmeden yanyana birbirine benzer restoranlardan birine attım kendimi.

Vejeteryan güzel bir asya yemeğinden sonra tekrar Londra sokaklarındaydım. Sadece ana caddeler değil her cadde, her ara sokak hatta her çıkmaz sokak dahi yaşıyordu bu şehirde. İşte bu çok hoşuma gitmişti. Bir şehre gittiğimde ilk gözüme çarpan binalardır, binanın kimlikleri, malzemesi, dokusu, mimari getirisi-götürüsü. Ama zamanla bakmayı öğrendiğim ve Londra'da rahatça gözlemlediğim olgu mimari kurgu , yada sahne içinde o şehrin mimariyi ne kadar yaşanabilir kıldığıydı. Şehirleri yaşanılır kılan yadsınamaz mimari etkiler değildi tabii ki. Kesinlikle şehir ve mimari etkileşimi sosyolojik bağlamda incelenmeliydi. Sosyolojik etkileşim olmadan ne kadar başarılı olabilirdik ki biz mimarlar?

Sorunsallar her zaman farklı bir şekilde yerini alır mimarinin içinde. İşte yaşayan bir şehir, kalbi atan, damarları olan, gözü, ruhu olan bir şehir. Sokaklarda dolaşırken sanki bir varlıkla konuşuyordum aslında. Örneğin Britisch Muesum, saygıdeğer Lord Normen Foster'ın birkaç rötuşuyla nasılda yumruğunu koymuş masaya. 3-4 saat sizi sizden alıyor. Tamam bu işte mimarinin gücü, yaptırımı. Ama British Museum, National Galeri, Science Museum, Shakespeare Theater gibi bir cok müze ve tiyatronun yaradılışının ana konseptini oluşturan, olgusal anlamda insan hayatını hava ve su kadar vazgeçilmez kılan bir kültür varlığıdır. 1 hafta boyunca Londra'da kalıp hergün birkaç müzeyi gezip sonra kendinizi bu varlığı sizinle bütünleştiren şehrin kollarında, akşamınızı güzel bir sinema yada tiyatroda gerçirmenizi istemli ve istemsizce size empoze eden bir kültür bu. Kesinlikle mimarinin ötesinde bir hayat anlayışı.

Yada sabah şehrin başka yüzüyle tanışmak için içine girip yönünüzü kaybettiğiniz Hyde Park. Size düşünmek , hayal etmek, yapmak istediğiniz herşeyi sunuyor. Yanınızdan geçen 80 yaşında sizden daha enerjik bir şekilde sabah sporunu yapan yaşlı bir ingiliz beyfendisine hayretle bakıp, düşünedururken, emin olun birileri daha biz yokken, siz yokken, mimarlık yokken, sanat yokken kendi insanıni  mutlu etmenin yollarını araştırıp bulmuşlar ve bu kültür iksirinin adına Londra demişler.

Bir çok anın, bir çok kokunun bir çok hikayemin unutulmaz şehri Londra'dan selamlar...

No comments: