August 29, 2012

Viadük'lerin gücü adina : Ben Lützemburg!


Roma dönemine kadar uzanan tarihinin izlerini büyük bir titizlikle hala koruyan kücük, kendi kendine yeten, dünyanin yasam kalitesi siralamasinda birinciligi gögüsleyen ülke. Almanya, Fransa ve Belcika'nin mütevazi, sessiz sinir komsusu.

Lüksemburg'a gitmeden önce okudugum her yazi ve blogda olumsuz her türlü izlenim ve fikirlerle karsilasmistim. Hepsi sehrin kücüklügünden,  sadece 1-2 günlük seyahat icin uygun oldugundan bahsediyordu. Insanlarin beklentileri neydi acikcasi bilemiyorum ama ben Lüksemburg'un gururla "Ben Lützemburg!" dedigini duydum.


Herseyden önce inanilmaz stratejik ve tarihi bir öneme sahip. Ekonomik acidan dünyada en güclü ekonomiye sahip ülke oldugunu hatta eski tarihlerden günümüze kalan ve hala devam eden en büyük dukalik oldugunu okumustum. Bunu zaten sehirde Dukalik sarayinin görkemli durusundan da anlamak mümkün.  Ayrica hepimizin bildigi gibi demokrasi ve politika anlaminda en basarili ve güclü ülkedir.


Almanya'dan üc bucuk, dört saat süren müthis manzara esliginde süren bir tren yolculugu ardindan aksam saatlerinde varmistim Lützemburg'a. Bu sehri kesinlikle aksam görmelisiniz. Otelden birazcik rehberlik bilgileri ve bir harita alarak kücük mecaraya atilmistim coktan. Is cikisi saati oldugu icin ana caddelerde yogun trafik vardi. Sokaklar kalabalikti. Ilk görmek istedigim sey, bir viyadukler cenneti olan bu sehrin, yüksek tepeleri birbirine baglayan büyüleyici viyadüklerini aksam isiklariyla görmekti. Lüksemburga gidip döndükten sonra hafizalarinizda bir cok farkli güzel aniyla ve izlenimle döneceginizi garantileyebilirim.


Lüksemburg yüksek tepelerin eteklerinde ve derin vadi yataklarina yerlesmis farkli topolojik kimlige sahip bir sehir. Bu fiziksel özellik nedeniyle bir cok eski ve yeni insa edilmis viyadüklere sahip. Bu ilginc sehir kendini izleyen, izleten harika teraslara sahiptir. Vadiden yukariya baktiginizda sehri kilometrelerce kusatan; tarihi, heybetli surlari, surlar icine oyulmus savas yillarindan kalma sehri koruma magaralarini ve bircok eski mimari özelliklere sahip yapilari görüyorsunuz. Surlar üzerinde gezindiginizde asagida, vadide konumlanmis sehrin en eski yerlesim yeri olan "Grund"diye adlandirilan bölgeyi izliyorsunuz. Sehrin bu iki farkli kismi adeta tarihi canlandiran mükemmel bir sekilde kurgulanmis tiyatro sahnesini animsatiyor.

Ister asagidan bakin sehre ister yukaridan izleyin, büyük bir gururla koruduklari, sahip ciktiklari tarihi doku, dogal güzelligin birlesimi sizi kendine hayran birakiyor. Insanlarda garip bir hava var. Bu kültüre sahip olmanin bilinci midir yoksa, üc dil konusabilmenin ve ekonomik gücün sagladigi öz güvenmidir cözebilmis degilim. Ama sokakta biraz soguk bir iletisim havasi esiyor demeyi dogru buluyorum acikcasi kendimce. Buarada dedigim gibi ingilizce, fransizca yada almanca rahatlikla kullanabilirsiniz bu kültür ve tarih abidesi sehirde.


Lüksemburg'a gidip te görülmesi gereken en önemli baslica yerler, Grand Ducal Palace, Dük'ün hala yasamakta oldugu büyük saray. Sonra saraya yakin, II.Wilhelm meydani, Place d'Armes baska güzel bir meydan. Bu meydanlarda gezinize mola verebilecegimiz güzel farkli mutfaklara sahip restoran ve kafeler bulabilirsiniz. Sonra Notre Dame Kathetrali'ni mutlaka ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Cünkü bu kathedral digerlerinde olan ezici, bunaltici, kasvetli havadan ziyade daha sade bir ic mekana sahip. Lüksemburg surlari üzerindeki seyir teraslarini hem gece hemde gündüz gezmelisiniz, sehri tamamen bütün bir sekilde görebileceginiz en iyi acilari burada bulabilirsiniz. Ve mutlaka "Grund" diye bilinen viyadüklerin altinda vadide yer alan eski yerlesim alanini dolasmalisiniz. Bu eski yapilar ayni zamanda dar, eski ara sokaklari olusturmaktadir. Lüksemburg'u gezmenin en keyif verici yönü sehri yaya olarak harika bir sekilde gezebilmeniz. Görülmesi gereken tüm mekanlar birbirine yakin oldugu icin, bir alanda gezerken kendinizi birden bambaska bir mekanda bulabiliyorsunuz. Unutmadan söylemeliyim ki, Mudam yani modern sanatlar müzesine gitmeden dönerseniz cok sey kacirirsiniz. Ayrica tarihte savas dönemlerinin en önemli koruma birimleri olan surlarin icindeki magaralari gezerek bu soguk mekanlarda tarihi tekrar canli hissedebilmeniz de mümkün.


Bana sorarsaniz benim favorim, viyadükler üzerinde yaya olarak yürüyerek sehrin diger taraflarina gecmeniz. Ve vadiye inerek yürüyüs yollarinda doga ve tarihin icine karismaniz derim. Iyi gezmeler...





August 21, 2012

Bambaska Bayram Tadi...


Bambaska bir hayat tecrübesi yurtdisinda yasamak.. Baska bir kültür icinde, baska insanlarin arasinda, bambaska dil ile yasamak.  Ülkenizden, ailenizden ve dostlarinizdan ayri gecirdiginiz anlardan büyük bir fedakarlik ederek baska topraklarda kendimize yeni dünyalar kuran bizler, bu zorlu fakat cogu zaman keyfli macerada elbette bir cok kazanim elde ediyoruz. Hele ki bayramlarda herseyin degerini daha cok anliyor ve sahip cikmaya calisiyoruz. Adina "gurbette bayram"diyerek söze baslamak istemedim cünkü buradaki bayram telasini görmek, sokaklardaki bayrami kutlayan Türk, Arap, Pakistanli ve bircok baska milletten insanlarin coskusunu birbiriyle paylasmasi, bayram buruklugunu biraz olsun silmeye yetiyor.

Yasamimizin yaklasik dört yillik bir bölümünü gecirdigimiz yurtdisinda, sunu cok iyi ögrendik ki; ayri kaldigi herseyi daha cok özlüyor ve onlara tüm benligiyle gereken degeri vermeye calisiyor insan. Bayramlarda eger Türkiye'ye gidemediyseniz, 

1. Herseyden önce "Bayram" size kesinlikle tatili cagristirmiyor. Bayramin bayram oldugunu bir gün önceden hissederek, bilincle karsiliyorsunuz.

2.Telefonla akliniza gelen tüm sevdiklerinizi aramaya seslerini duymaya, hal hatir sormaya calisiyorsunuz. Tabii tüm bunlari bir zorunluluk olarak degil de icten samimi bir özlemle yaptiginizin karsi tarafin hissetmesi paylasilan bayram sevincinin kat sayisini arttiriyor.

3. Telefon ile ulasamadiklariniza,  "klasik 2 cümleden olusan genel bayram kutlama cümleleri"yerine hal hatir soran ve güzel dileklerinizi eklediginiz mesajlar ile ulasmaya calisiyorsunuz.

4. Bayrami kafa dinlemeye calisilan zaman diliminden cikararak, beraberligin ön planda oldugunun idrakiyle kimi sevdiklerinizin birarada olduklari zamani kararlastirarak video ile görüsme yapip, herkesi görmüs olmanin mutluluguyla, arada mesafeler yokmuscasina konusup sohbet etmenin tadini aliyorsunuz.

5. Sizi arayan, mesaj ve mail gönderen sevdiklerinize bir kez daha mütesekkir olup, vefalari icin onlara icten tesekkürlerinizi sunuyorsunuz.

6. Bulundugunuz yerde sizin gibi bayrami sevdiklerinden uzakta yasayan arkadaslarla bayram kutlamalarina oldukca özen gösteriyorsunuz. Tipki Türkiye'deki eski bayramlar gibi, özenli bir sekilde giyinerek, arkadaslariniza bayram ziyaretlerinde bulunuyorsunuz.

7. Tüm yil boyunca olmadigi gibi bayramlarda da hic kimse, isten, gücten, coluk cocuk telasindan, hayatin yogunlugu ve mesguliyetinden bahaneler uydurmak yerine, coluk cocuk tüm arkadaslar kalabalik bir sekilde biraraya gelme cabasi icinde bulunuyor. Beraberlik anlayisi icinde, samimi sohbetler esliginde icilen caylarin, yenilen tatlilarin tadi sonuna kadar cikarilmaya calisiliyor.

7. Yurtdisinda bayramda hediyelesme gelenegi hala devam etmekte. Ne kadar büyümüs olsanizda arkadaslarinizdan kücücük bir hediye almanin mutlulugu bile bayram sevincinize katkida bulunuyor.

8. Verilen hediyeleri heyecanla acan cocuklarin gözlerindeki sevinci görmek bayramlarin anlamini tekrar hatirlatiyor size.

9. Herkesin herkese vakit ayirdigi, kimsenin tatile, deniz kenarina kacmadigi bayramlari yasiyor insan yurtdisinda.

10.Ve elbette baska güzel bir duygu ise, Alman yada diger yabanci arkadaslarinizdan sizin kültürünüzü ve dininizi az cok taniyip saygi duyanlardan aldiginiz bayram tebrikleri de yüzünüzdeki gülümsemenin artmasini sagliyor...

Aslinda daha binlerce güzel madde eklemek mümkün bu listeye. Ailelerinizden ve sevdiklerinizden uzakta kaldiginiz bu bayram günlerinde sizin gibi hissedip, sizin gibi bayramlarin degerini bilen insanlarla bayramlari yasamanin da apayri bir tadi var. Kimi zaman mesafelerin uzakligindan dolayi "Gözden irak olan gönülden irak olur" sözüne sadik kalan sevdiklerinizle paylasamadiginiz güzel anlari, sanki yillardir bereberce yasamiscasina samimi kutlayan arkadaslarinizin varligi yüzünüzdeki buruklugu alip götürüyor.

Bu bayramda da bizleri taa uzaklarda unutmayip bayramimizi kutlayan, sevgi dolu seslerini bizlere duyuran tüm sevdiklerimize cani gönülden selam ediyor, herkesin bayramini en icten dileklerimizle kutluyor ve selamlarimizi yolluyoruz. Beraberce nice güzel, sevgi ve muhabbet dolu bayramlara....

August 20, 2012

Baska bir sehirde kaybolmusluk...



Hani bir sabah uyanırsınız da, kendinizi tüm yorgunluklardan arınmış hissedersiniz ya kimi zaman. Hiç bir şey, hiç bir saçmalık canınızı sıkamaz bugün, öylesine sakin ve mutlusunuzdur. İşte öyle bir gün bugünüm. Klavyenin başına geçip içimi dökmeyeli epey zaman oldu. 

Ne zaman gözlerimi kapatsam, o an burnuma çok farklı hayatların yada birbiri içine geçişmiş hayatlardan kısa anların kokusu gelir.

Pencereden dışarıya bakıp, karşı bina ile aramda ben buralarda yokkende burada olan şu kocaman ağaca baktım öğlece. Aklım karmakarışıktı. Ama tüm bu gelip geçici, gönlümü eğlendiren düşünceler arasından aradığımı, bugünümün hikayesini buldum. Karşı pencerenin perdelerinden gözlerimi kendi odama, hikayeme çevirdim. Bunları düşünmeye dalmışken acaba kaç dakikadır buradaydım...

... Paddington'da beni Londra'nın binbir ucuna götürecek treni bekliyordum. Aklım başka anlarda dolaşırken birden gözüm yerde yazan Mind the Gap yazısına takıldı. Birkez daha bu sarı uyarı yazısı beni içinde bulunduğum istasyona çekmeyi başardı. Çevredeki insanlara gözlerimi fark ettirmeden kaydırırken, bir yandan tren beni nereye götürse diye fikir üretmeye çalışıyordum. Oldukça kuvvetli ama nereden geldiğini kestiremediğim yapay bir rüzgar kafamdaki tüm fikirleri biranda dagitti. Ve Paddington durağından Londra'nın eski metrosuna binerek Büyük Londra'yla tanışmaya hazırdım. İlk kez Paris'te binmiştim böyle eski bir metroya ve  film setlerinden çıkmış bir avuç zenciyle beraber.


Eğer bir şehirde su yoksa, o şehrin ruhunda eksiklik hissediyorum. Bu nedenle olsa gerek önce Thames nehrine rotamı çevirdim. Kalabalık içinde kaybolmanın verdiği, biraz tedirginlik biraz da muzip bir mutlulukla binlerce tabela arasından rotama beni ulaştıranı buldum ve kayıtsız peşine düştüm. Büyük bir tarihi, modernizmi, gizemi, derdi, kederi, problemleri, doğayı, gelenekseli, tam kalbinde besleyen bu büyük metropolü 2 kıyıya ayıran bu güzel nehrin üzerinde yürüdüm, ortasında durdum.

Hava hafif kararmaya başlamıştı, daha gizemli yada ne bileyim aradığımdan çok daha şey verecek bir şehrin ipucunu verir gibiydi adeta. BigBen karşımda, Westminster'ın alımlı minaresi kimliğiyle duruyordu. Karşısında ona nispeten popülaritesini tasarlandığı ilk günden bu yana koruyan devasa tekerlek London Eye. Gözlerimle olan ilk tanışıklıklarıydı bu küçük betimlemeleri bana yaptıran. Artık her binanın, köprünün ışıkları yanmıştı. Aradığım onun arkasındakilerdi. Yürüyerek Westminster'den yukarıya Trafalgar Square'dan Picadilli Circus'a doğru ilerlediğimde o yanan ışıkların arkasındaki hareketleri kendini göstermeye başlamıştı. Hatta adeta insanı sürekli şaşırtan şahane bir gösteri gibi çıkıyordu karşıma. Oxford Caddesi, alışveriş için kendini kaybedenlerin durağı. İnsanlar çıldırmış gibi kapılardan giriyor ve çıkıyorlardı. Bu daha önce görmediğim çılgın kalabalıktan cok bunalmıştım ki kendimi National Geographic Cafe'de masif ahsap ile oluşturulmuş country tarzı döşenmiş, ingiliz şaşasından neyse ki hiç bir iz taşımayan, fransız menösü içeren kafede mandarin çayı içerken buldum.

Eski kalın porselen demlikte demlenmiş çayımı porselen fincanımdan yudumlarken, artık Londra'nın kokusunu bulduğumu düşünmüştüm. Londra'dan dönmeden mutlaka tekrar uğramak için listeme eklediğim bu sıcak mekanı isminden bağımsız çok sevmiştim. Oxford Caddesi'nde epey dolaştıktan sonra, kesinlikle arka sokaklara sıra gelmişti. Hem biraz karnımı doyurmak hemde Londra'nın başka yüzüyle tanışmaktı amacım. Bütün sokaklar tiyatro sahnesinden farksızdı. Reklam tabelalarının oluşturduğu görsel kirliliğe rağmen Romanesk binalar, inşa edildikleri ilk günkü gibi canlı ve güçlü duruyorlardı. Ben bunları düşünürken kendimi Londra'nın gerçek bir kesitinde Chinatown'da buldum. Uzak doğu mutfağı her zaman ilgi odağım olmuştur. Bu kadar profesyonelleri sanırım ilk kez görüyordum. Pekin ördekleri vitrinlerde asılı bana bakarken aslında açlığımı bir kez daha sorguladım. Ve daha fazla vakit kaybetmeden yanyana birbirine benzer restoranlardan birine attım kendimi.

Vejeteryan güzel bir asya yemeğinden sonra tekrar Londra sokaklarındaydım. Sadece ana caddeler değil her cadde, her ara sokak hatta her çıkmaz sokak dahi yaşıyordu bu şehirde. İşte bu çok hoşuma gitmişti. Bir şehre gittiğimde ilk gözüme çarpan binalardır, binanın kimlikleri, malzemesi, dokusu, mimari getirisi-götürüsü. Ama zamanla bakmayı öğrendiğim ve Londra'da rahatça gözlemlediğim olgu mimari kurgu , yada sahne içinde o şehrin mimariyi ne kadar yaşanabilir kıldığıydı. Şehirleri yaşanılır kılan yadsınamaz mimari etkiler değildi tabii ki. Kesinlikle şehir ve mimari etkileşimi sosyolojik bağlamda incelenmeliydi. Sosyolojik etkileşim olmadan ne kadar başarılı olabilirdik ki biz mimarlar?

Sorunsallar her zaman farklı bir şekilde yerini alır mimarinin içinde. İşte yaşayan bir şehir, kalbi atan, damarları olan, gözü, ruhu olan bir şehir. Sokaklarda dolaşırken sanki bir varlıkla konuşuyordum aslında. Örneğin Britisch Muesum, saygıdeğer Lord Normen Foster'ın birkaç rötuşuyla nasılda yumruğunu koymuş masaya. 3-4 saat sizi sizden alıyor. Tamam bu işte mimarinin gücü, yaptırımı. Ama British Museum, National Galeri, Science Museum, Shakespeare Theater gibi bir cok müze ve tiyatronun yaradılışının ana konseptini oluşturan, olgusal anlamda insan hayatını hava ve su kadar vazgeçilmez kılan bir kültür varlığıdır. 1 hafta boyunca Londra'da kalıp hergün birkaç müzeyi gezip sonra kendinizi bu varlığı sizinle bütünleştiren şehrin kollarında, akşamınızı güzel bir sinema yada tiyatroda gerçirmenizi istemli ve istemsizce size empoze eden bir kültür bu. Kesinlikle mimarinin ötesinde bir hayat anlayışı.

Yada sabah şehrin başka yüzüyle tanışmak için içine girip yönünüzü kaybettiğiniz Hyde Park. Size düşünmek , hayal etmek, yapmak istediğiniz herşeyi sunuyor. Yanınızdan geçen 80 yaşında sizden daha enerjik bir şekilde sabah sporunu yapan yaşlı bir ingiliz beyfendisine hayretle bakıp, düşünedururken, emin olun birileri daha biz yokken, siz yokken, mimarlık yokken, sanat yokken kendi insanıni  mutlu etmenin yollarını araştırıp bulmuşlar ve bu kültür iksirinin adına Londra demişler.

Bir çok anın, bir çok kokunun bir çok hikayemin unutulmaz şehri Londra'dan selamlar...