December 24, 2009

Duvarlarını Yıkan Şehir : Berlin


Tarihin, savaşın ve barışın, mimarlığın, göçlerin, yaşanmışlıkların ve kaybolmuş ruhların şehri Berlin. İçinde hazin bir geçmişi, nefesinde zengin bir geleceği barındıran bu şehirde farklı bir havayı soluyor insan. Bastığı her yerde tarihi, yükselen her binada geçmiş ve geleceği örtüştüren şimdiyi izliyor ve hayran kalıyorsunuz. Adeta açık hava müzesi, duvarlarını yıkmayı başarmış, günümüz Avrupa'sının odak noktası olmuş ve eyalet-şehir ünvanını almış bu şehir.
Şehri, insanları, özgürlükleri esir almış, onları dört bir yandan sarmış tek bir gecede örülmüş yüksek duvarlardan intikamını alırcasına kendini yenilemiş bu büyük şehir. Sosyalizmin kalesi görevini üstlenmiş, Doğu ve Batı, Berlin'i iki kutuba ayırmış beton duvarın izlerine hala sokaklarda ve tabii ki hafızalarda rastlanıyor. İnsanlar yerleşik hayata başladığından itibaren yaşadığı mekanları nitelendirmeye çalışmışlardır. Ve bunun en güzel örneklerinden biri de Berlin duvarını görmek istemeyen toplumun onu, duvar yazılarıyla, resimlerle ve farklı renklerle giydirerek duvarın soğuk ve bölücülüğünü biraz olsun örtmek, kaybetmek istemeleridir. Ve tabii duvara olan tepkinin yansıması.
Aslında nereden başlamalıydım bilemiyordum ama sanırım en başından yani, duvarın kendi somut halini tüm dünyaya en iyi gösterdiği ve daha sonra yıkılışının başladığı yerden, Brandenburg Kapısı'ndan başlamak en doğrusuydu. Brandenburg Kapısı Doğu Almanya'nın en önemli simgesidir. Üzerinde bulunan Quadriga Heykeli (zafer takları ile bütünleşmiş olan, Olimpiyat oyunlarında atları yarıştıran arabalar) ile birlikte uzun ve geniş Linden Caddesi ile Müzeler Adası üzerinden hafifçe kıvrılarak Berlin'in önemli meydanlarından olan Alexanderplatz Meydanı'na bağlanıyor. Brandenburg Kapısı sol tarafında Norman Foster'ın "Şeffaf Demokrasi" konseptini hakkıyla taşıyan Reichstag Binası (Batı Almanya Senatosu) ile Almanya tarihinin önemli tanıklarındandır. Kapının karşısında alabildiğince büyük Tiergarten (hayvanat bahçesi) bulunuyor. Kentin içerisinde, tüm yoğunluğa, kozmopolitliğe karşın insana rahat refes aldıran geniş bir cadde Linden Caddesi. Berlin'in birçok caddesi tıpkı Linden Caddesi gibi geniş ve uzundu. Savaş zamanında şehrin içerisinde gövde gösterisi yapan tankların ilerleyebilmesi için tasarlanmış bu geniş caddeler şimdi özgürce şehrin modern havasını solumamı sağlıyordu. Linden Caddesi'nde, Brandenburg Kapısı sağında bulunan ünlü Adlon Oteli'nin önünde durup, kimler geçmişti acaba bu kapıdan diye düşündüm? Atatürk, Edison, Kennedy... Biraz daha ilerde, caddenin sağ tarafına açılan sokakta postmodern cephesiyle koca bir kütle olarak duran İngiliz Büyükelçiliği bulunuyor. Mimarlığın Öyküsü adlı bize tüm mimarlık tarihini tanıtan kitabımın sayfaları arasında dolaşıyordum adeta. Ve diğer sayfaları da, şehirle beraber hızlıca okumak istiyordum. Sıcak kahvemi yudumlarken Brandenburg Kapısı önünde Pariser Meydanı'nda, şehri izleyen herkes gibi oturup bu tarih sahnesini izledim. Ama daha o kadar çok yer vardı ki görmem gereken, hemen harekete geçtim.

Brandenburg Kapısı'nın sol tarafından ilerleyerek Eberstrasse ve Behrenstrasse köşesine geldiğimde Peter Eisenmann'ın Avrupa Katledilen Yahudiler Anıtı'na ulaşmıştım. Konsept ve tasarımın bu kadar başarılı bir biçimde bütünleştiği, içine girdikçe ziyaretçileri de projenin bir parçası yapan bu yapı inanılmaz etkilemişti beni. Yahudiler için hüzün kenti olan Berlin'de kuşbakışı görünüşü ile de Eisenmann zekice tasarlanmış bir yapıt ortaya çıkarmıştı. Yapay bir topoğrafya üzerinde bulunan farklı boyutlarda oluşturulmuş soğuk, dar beton bloklar arasında dolaşırken, iniş çıkışlarla kaybolmuşluk hissi kaplıyor insanın tüm benliğini. Soğuk, kasvetli tarihin içinde kaybolmuş hissederek ilerlerken, kendimi biranda bambaşka tarihte Leipzig ve hemen yanıbaşındaki Potsdam Meydanı'nda buldum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan ve Sovyet tarafları arasında sınır kontrol noktası olan ve ağır hasar gören fakat şimdi modernleşme sürecinde hızla ilerleyen alışveriş, eğlence ve iş merkezi olan Potsdam Meydanı günümüz mimarisine ayak uydurmaya çalışmakta. Potsdam Meyda'nındaki büyük yabancı firmaların bu eski meydanlardaki boy gösterileri, diğer taraftan modernist mimarlar için, önemli proje fırsatları yaratmış. Sekizgen formuyla günümüze kadar varlığını sürdüren Leipzig Meydanı'da önemli kent mekanlarından. Şehrin, meydanlarıyla, caddeleriyle, eski - yeni binalarıyla, tarihiyle bütünleşik hayatını okuyabiliyor insan büyük bir zevkle.
Sırada artık Liebeskind vardı. Daniel Liebeskind'in "Hayatımın Tasarımları" kitabında okudukça daha da merakım artmıştı Berlin Yahudi Müzesine karşı. Uzunca bir yürüyüşten sonra, parlak çinko cepheyi, belli aksanlarla kesen ışık aralıklarını gördüm. Kalabalık arasından biletimi aldıktan sonra, adım adım bu büyülü konsepte yolculığumu başlatmıştım artık. Eğik eksenli, ne simetrik, ne asimetrik, ne paralel gelişigüzel gibi havada uçuşan kirişler arasından merdivenleri çıkmaya başladım. İlerlediğim her koridor, ardında güçlü bir konsepte sahip başka bir mekana açılıyordu. Kimisi; soğuk, karanlık, dar bir köşeden oluşan insanı ürperten küçük bir oda, kimisi, en üst noktasında özgürlüğü çağrıştıran zeytin ağaçları taşıyan dar beton bloklardan oluşan dolaşma bahçesi. Yada zemininde, hüzün taşıyan demirden tasarlanmış farklı boyutlardaki insan yüzlerinden oluşmuş soğuk, sonu görünmeyen bir oda. Demir parçaların üzerinde yürüdükçe çıkan sesler sizi, Nazi dönemi Yahudi sokaklarına götürüyor adeta. Birçok başarılı proje arkasında iyi bir hikaye vardır. Ama Liebeskind'in böyle güçlü, strüktürüyle, cephesiyle, bahçesiyle, iç mekanlarıyla içiçe geçmiş inanılmaz bir konsept yaratmasının belkide en önemli sebebi, Liebeskind'in aynı zamanda tarihi, olayları cok iyi hissedebilmesinden kaynaklanmaktadır. Tam üç saatimi Jüdisches Museum (Yahudi Müzesi) içinde geçirdikten sonra, dışarıda esen serin rüzgar beni tekrar şehrin içine çekebildi. Son durağım, Müzeler adası ve diğer önemli meydan Alexanderplatz idi. Hani o Alfred Döblin'in Alexanderplatz adı romanında bahsettiği eski atlı tramvaylar, sıcak dumanı tüten kahvehaneler yoktu ama yinede hızla gelişen şehirleşme modasına iyi ayak uydurmuş durumda bu büyük tarihi meydan. Berlin televizyon kulesine çıkmak için gerekli zamanı, birçok müzenin bulunduğu müzeler adasında dolaşarak değerlendirdim. Ünlü Zeus sunağının ve birçok değerli antik parçanın bulunduğu Pergamo Museum'u (Bergama Müzesi) kesinlikle ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum. Ayrıca müzeler adasında devam eden restorasyon çalışmaları sona erdiğinde, birçok ziyaretçi alan Paris Louvre Müzesi'nden, daha çok ziyaretçiye kapılarına açacağı tahmin ediliyor. Bence çok yerinde bir tespit, Berlin'e gidipte müzelerin bulunduğu bölgeyi ziyaret etmeden dönmek olmaz.
Artık geri dönüş zamanı gelmişti. Şehir günlükleri notlarımı gözden geçirirken, içinde bulunduğum tren istasyonunun koşuşturmacasına takıldı gözlerim. Mantar biçimindeki tasarımıyla ve büyüklüğüyle, ulaşım ağıyla Avrupa'nın en büyük tren istasyonu olan Berlin Tren İstasyonu'nda Berlin gezimin artık sonuna gelmiştim.
Zengin tarihe sahip geç de olsa duvarlarını yıkmış, yepyeni çehresiyle kendini kabul ettirmiş bu dimdik ayakta duran başkent beni çok derinden etkilemişti...
27 Aralık 2009

November 20, 2009

Düsseldorf'a Yolu Düşenler Bilir...

Hiç Düsseldorf'a yolunuz düştü mü ? Düsseldorf'a yolu düşenler bilir,Ren Nehri kenarında bir pazar sabahı, harika, canlı jazz müziği eşliğinde kahvaltı yapmanın tadını. Eğer hayır diyorsanız, bu yazımı okuduktan sonra, Almanya'nın en güzel şehirlerinden biri olan Düsseldorf'u görmek isteyeceksiniz. 1 yıldır Düsseldorf'ta yaşıyorum yada başka bir değişle bu şehri yaşıyorum. Yada bu şehir bana yaşamayı öğretiyor. Aslında Almanya denilince, hemen hemen hepimizin aklına soğuk, yağışlı, kasvetli havası olan bir ülke gelir. Haksız da sayılmayız. Ama şimdilik önyargılarımızı biraz kenara atıp, Düsseldorf'u size anlatmaya çalışayım. Düsseldorf'a yolu düşenler bilir ki, Düsseldorf semalarında alçalmaya başladığınızda onunla ilk tanışmanız başlıyor demektir. Yukarıdan gördüğünüz bu modern şehir, Ren nehri kıvrımlarında kendisini sunar size. Dünyanın en büyük dijital saati olan 240,5 metre yüksekliğindeki televizyon kulesi selamlar sizi. Üzerindeki herbiri farklı renkli ışıklar saat, dakika ve saniyeleri gösterir. Siz bu renklerin anlamını çözmeye çalışırken, kulenin bulunduğu nehir kenarı boyunca, yeşillerle cevrelenmiş muhteşem yürüyüş ve bisiklet yollarını görürsünüz. Ve tabii nehrin sakinliğinde kendinizi dinlendirebileceğiniz boylu boyunca sıralanmış cafeleri, restoranları. Şehre iner inmez, nehir kenarındaki merdivenlere veya beton parapetlere oturup, şehrin sakinliğine bırakırsınız kendinizi. Düsseldorf iş-ekonomi ve fuarlar açısından önemli bir metropol olmasına rağmen, insanı yoran koşturmaca ve gürültüden uzaktır. Öğle saatlerini nehir kenarında geçiren birçok kişiyi görürsünüz. Nehir kenarının en yoğun alanı Vodafone binası önündeki, dört mevsim genç-yaşlı her yaştan insanın kefyle zaman geçirdiği kamusal mekan olan, yeşil çim alanlar ve 1.5km uzunluğundaki "Promenade" yaya ve bisiklet yoludur. Bu başarılı proje Profösör Niklaus Fritschi tarafından 2 yıl içinde tasarlanmış ve 1995 yılında açılmıştır. Bu alan 2 kattan oluşmaktadır ve bu 2 farklı kat birbirine kimi yerde merdivenlerle kimi yerlerde rampalarla bağlanmıştır. Üst katta ağaçlarla çevrelenmiş alanda yer alan banklarda kitabınızı okuyabilmeniz ve gün batımına karşı yorgunluğunuzu paylaşabilmeniz için ideal bir yerdir. Alt katı tercih ederseniz, rahatça bisiklete binebilir, kaykay kayabilir yada çimlere uzanabilirsiniz. ( Buarada Düsseldorf'u gezmenin en iyi yolu bisiklet kiralamaktır! ) Özellikle ilkbahar ve yaz mevsiminde bu geniş ve uzun promenade de birbirinden ilginç ve güzel festivallere, kermeslere yada konser organizasyonlarına rastlarsınız. Dünya mutfağından leziz yemekler tadabilir, farklı kültürlerin kermeslerinde kendinize mutlaka bir hediye bulabilirsiniz.
20.yüzyıl başlarında Ren kenarının bu ilk katı genelde gemiler için liman görevi üstlenmiştir. Ve günümüzde de turistlere hizmet veren, nehir turu yapan botlar için bu şekilde kullanılmaktadır.
Düsseldorf'a yolu düşenleriniz bilir, güzel güneşli bir gündeyseniz mutlaka buradan hareket eden bot turu yapmalısınız. Hem şehri ve tarihi binaları karşıdan izleme şansına sahip oluyorsunuz hem de Ren Nehrinde keyfli bir tur atıyorsunuz. Tabii nehir kenarı kadar şehir de çok etkileyici. Nehir kenarından içeriye doğru ilerleyince, kulağınıza şehrin sessizliğini kıran müzik ve insan sesleri gelir. Herkesin ayakta biralarını yudumlayıp, sohbet ettiği samimi, tari
h konan bir yerdir "Altstadt" "Eski Şehir" anlamına gelir aynı zamanda. Burada eski arnavut kaldırımı taşlarından oluşan bir sokakta bulursunuz kendinizi. Burası şehrin en eski ve en hareketli kısmıdır. Şehrin özellikle haftasonları en yoğun olduğu sokaktır. Eğer yılbaşı için burayı tercih ederseniz, 24 Kasım-24 Aralık tarihleri arası şehrin merkezinde ve belirli alanlarında kurulmuş olan yeniyıl standlarına rastlarsınız. Tıpkı şu günlerde olduğu gibi. İrili ufaklı bu standlarda sıcak şarap (Glühwein) yada kahve içebilir, sevdikleriniz için farklı hediyeler bulabilirsiniz. Akşamları serin olsada, bu atmosferde elinizdeki sıcak kahveniz yada şarabınızla keyfli vakit geçiriyorsunuz.
Artık biraz da alışveriş yapalım diyorsanız, Almanya'nın Paris'i olarak da bilinen bu moda şehri doğru seçim. Dünyaca ünlü Königsalle(KÖ) caddesi büyük ve ünlü markalarla sıralanmış Avrupa'nın önemli alışveriş arterlerindendir. 1804 yılında yapımı tamamlanmış bu cadde uluslararası bir çok markayı alışveriş severlerle buluşturuyor. Prada, Gucci, Escada, Massimo Dutti, Prange, Calvin Klein, Jil Sander gibi, göz alıcı vitrin tasarımlarıyla birbiriyle yarışan her türlü markaya ulaşabilirsiniz. Alışveriş yorgunluğunuzu, Martin Luther Platz 32 adresinde bulunan ve lezzetli tatlı ve çikolatalarıyla ünlü Heinemann'da çikolatalı pasta ve eşliğinde sütlü bir kahve (Milsch Kaffee) ile gidermenizi öneririm.
Kültürel geziyi mi tecih ediyorsunuz? Düsseldorf'ta bir çok müze, tarihi yapı ve özenle oluşturulmuş parklar bulabilirsiniz. En önemlilerinden olan, Schloss Benrath, Goethe Müzesi, Kunst Palast Müzesi, Stadtmuseum, Neanderthal Müzesi, Für Naturkunde Müzesi (Doğa Tarihi), Aquazoo ve Löbbecke Müzesi, Heinrich Heine Müzesi'ni ziyaret için tercih edebilirsiniz. Buarada her yıl Mayıs ayı içinde organize edilen "Nacht der Museen" boyunca gece 02:00'ye kadar tek biletle birçok müzeyi ziyaret edebilme şansınız oluyor. Sanatsal açıdan da çok alternatifler sunan bir şehirdir Düsseldorf. 100den fazla sanat galerisi bulunmaktadır. Kunstakademie (Sanat Akademisi), Kunsthalle (Sanat Salonu), Kunstverein für die Rheinlande und Westfalen (Rhineland ve Westfalen Sanat Toplumu) ve Kunstarchiv Kaiserswerth, şehrin
en iyi sanat merkezlerindendir. Hatta eğer vaktiniz varsa, yine nehir kenarında yer alan, geceleri kubbe ışıklandırmasıyla cephesini tamamlayan "Tonhalle-Alman Operası"na gidip kendinizi müziğin ve bu sanat şehrinin büyüsüne bırakmalısınız.
Düsseldorf'un iş merkezi olarak konumlandırılmış olan MedienHafen bölgesinde birbirinden farklı mimari yapıları görebilirsiniz. Eski liman olan bu bölge, yerini zamanla iş merkezlerine bırakmıştır. Günümüzde de eklenen yeni otel ve ofis binalarıyla, hem iş hemde eğlence alanlarını birarada bulunduran mekanlardandır. Burada yer alan dünyaca
ünlü dekonstrüktif tarza sahip mimar Frank O. Gehry' ye ait Hafen binalarını görmeden dönmemelisiniz. 1600 adet pencereye sahip bu proje Düsseldorf'un modern yüzünü size tanıtacaktır. StadtTor olarak tanınan bina ise yine, modern ofis binalarından başka bir örnektir. Ayrıca Hafen bölgesi, farklı iç dekorasyonları ve lezzetli menüleriyle harika restoran ve cafelerin bulunduğu kendine has apayrı atmosferi olan bir bölgedir.
Bu yazımla sizlere Düsseldorf'u kısaca tanıtmak ve tatil planlarınız için fikir vermek istedim. Ana hatlarıyla biraz da olsa fikir sahibi oldunuz ama ben, bu moda, sanat ve kültür şehrini kendi bakış açınızla deneyimlemenizi öneriyorum. Ve Düseldorf'a yolu düşenler bilir ki, gecesi ve gündüzü ayrı güzel bu şehirde unutamayacağınız birçok şey bulacaksınız.
27 Kasım 2009

November 08, 2009

RUHR HAVZASI’NDA BİR DÜNYA KÜLTÜR MİRASI ”ZECHE ZOLLVEREIN”

Zollverein kömür madeni endüstri kompleksi 1832 yılında Almanya’nın en önemli maden potansiyeli bölgesi durumundaydı. Endüstrialist Franz Haniel’in çelik üretmek amacıyla kömüre ihtiyaç duyması, günümüzde tasarım ve kültür endüstri bölgesi kimliği taşıyan Zollverein’ın kurulmasının ilk adımı olmuştur. Yapılan testler ve hazırlıklar sonucunda 1834’de Essen’de bu büyük kömür madeni işletmesi kurulmuş. Ortaya çıkan iş olanaklarıyla 5000 maden işçisinin de bölgeye istihdam edilmesiyle Zeche Zollverein, bölgenin kalkınmasında da önemli bir rol oynamıştır. Maden ocağı başarılı bir şekilde devam etmiş akabinde yatırımlar arttırılmış ve çalışan işçiler için Hegemannshof olarak anılan yerleşkeler oluşturulmuştur. 1857 yılında artık verimli bir şekilde üretimi hayata geçirmiş olan ve birçok kömür atölyeleri’nden oluşan Zollverein, 1950 ‘li yılların sonlarına kadar Avrupa’nın en büyük kömür madeni sıfatını kazanmıştır.
Hem büyük bir maden ocağı kompleksi hem de önemli bir mimari özellik taşıyan Zollverein, 12 adet “Shaft” olarak adlandırılan binalardan oluşmaktadır. İlk kez 1847 yılında Shaft1’in üretime başlamasının ardından, 19.yy ve 20.yy başlarında kömür, demir ve çelik endüstri havzası olarak büyük bir parlama göstermesiyle genişletilme çalışmalarına başlanılmış ve 1928’e kadar süren süreç içerisinde diğer 11 Shaft oluşturulmuştur. Shaft 12 binası, 1930 yıllarında Bauhaus geleneğinden etkilenen mimar Fritz Schupp ve Martin Kremmer tarafından tasarlanmıştır. Maden ocağını yeni fonksiyonelcilik stilinde fonksiyonel ve esnek endüstriyel bir yapı olarak geliştirmişlerdir. Yapının birbirine bağlı bir varlık gösterebilmesi için form ve işlev, binalar ve makineler bir arada çözümlenmiştir. Shaft12 zamanla mimari karakteristik özelliğiyle Almanya Ağır Endüstri işletmesinin ve günümüzde de Essen ve Ruhr Havzası’nın en önemli sembolü haline gelmiştir.
Aşağı yukarı yüz yıl süren işletim sürecinden sonra 1958 yılından başlayarak 1967 yılına kadar Shaft’ların rekonstrüksiyon çalışmalarına başlanılmış ve bu yenileme sürecide 11 Shaft’ın kapatılmasına kadar devam etmiştir. Sadece günümüzde Zollverein’ın sembolü haline gelmiş Shaft 12 açık bırakılmıştır.
1961-70 yılları arasında mimar Fritz Schupp tarafından Shaft 12 genişletilmiş ve yenilenmiştir. 23 Aralık 1923 de 12.Shaft da kapatılmış fakat Ruhr alanı 1993 yılına kadar aktif olmasa da açık olarak bırakılmıştır. Zollverein kömür madeni ocağı maden işletmesi zamanla çürümeye ve eskimeye başladığından ve işlevini tamamlamış olduğundan dolayı 1986 yılında North-Rhine-Westphalia (NRW) eyaleti tarafından alınarak, Shaft 12 Ruhr Havzası’na ait bir anıt olarak tanıtılmaya başlanmıştır.
Alanın orijinal haliyle korunması için çalışmalara başlanılmıştır. 1993’de sitenin üretime kapatılmasından sonra kömür atölyelerinin Çin’e satılması gündeme gelmiş fakat yapılan anlaşmalarda başarı sağlanamamış ve NRW eyaleti tarafından geleceğin sergi alanı olarak kullanılmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine modifikasyonlara başlanarak 2000’de resmi anıt olarak varlığını ve Zollverein maden ocağı tarihini ayakta tutmaya devam etmiştir. Günümüzde başarılı bir şekilde kültür ve sanat merkezi olabilme potansiyelini korumakta ve yeni projelerle geleceğe de yatırım yapan bir eski endüstri alanı olma özelliğini sürdürmektedir.
“Coalhouse Door” olarak da adlandırılan Zollverein maden ocağı, Aralık 2001’de UNESCO tarafından yapılan oturumlar sonucunda Shaft12, Shaft1 ve 2 binalarının Dünya Kültür Mirası listesine alınmasına karar verilmiştir. Unesco’nun bu kararından sonra, eski siteyi tamamen korumayı amaçlayan masterplan çalışmalarına başlanılmıştır.
OMA tarafından yapılan masterplan, korumacılar ve dünya mirası uzmanları ile yakın bir işbirliği çerçevesinde geliştirilmiştir ve 2010 yılına kadar tamamlanması planlanmaktadır. Masterplan önceki tarihi alanın çevresindeki gerekli yeni program ve fonksiyonları içeren bir banttan oluşmaktadır. Önemli binalar ve fabrikalar, kompleksin çevresini dolaşan tek bir yaya yolu ile çevrelenmiştir. Burada ziyaretçiler yürüyüşe koşuya çıkabilmekte ya da paten yapabilmektedir. Ayrıca alanı kuzey Essen’e bağlayan çevredeki sokaklar ile 3.500m uzunluğundaki ring yolu bağlayacak çok sayıda bağlantı yaya yolu yapılmıştır.
Kamusal alanlar açısından yapılan diğer başarılı çalışma ise daha önceki tren raylarının korunarak ana binalarla fonksiyonel bir biçimde bağlantı kurmasıdır. Projenin amaçlarından biri de, kömürü alanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan hava köprülerinin ve 1.000 metre derinliğindeki eski kömür tünellerinin de yenilenmesiyle ziyaret edilebilir duruma getirilmesidir. Alana yakın bir giriş ve çıkışa sahip bir tünel aracılığı ile uzatılan mevcut otoban ve yeni yollar, alana daha kolay bir erişim sağlamaktadır. Çeperdeki yeni programların yerleştirilişi eski binaların, ziyaretçiler üzerindeki güçlü etkisini ve görkemini devam ettirmesine imkân vermektedir.
Birçok ünlü mimar Zollverein endüstri alanına modern ama geçmişle güçlü bağlara sahip ve oranın ruhunu yansıtan projeler tasarlamıştır. En güzel örneklerden biri, eski kazan dairesine yerleşmiş olan Design Zentrum Nordrhein Westfalen’dir. Burası Norman Foster tarafından revize edilerek 1997’de açılmıştır. Ayrıca Rem Koolhaas OMA tarafından dönüştürülen yeni Ziyaretçi Merkezi ile eski kömür yıkama fabrikası da tamamlanmıştır. Rem Kollhaas OMA tarafından tasarlanan “Kömür Yıkama Fabrikası” yenileme projesi, hem mimari hem iklimsel özellik hem de güvenlik gereklilikleri gibi etkenler göz önünde bulundurularak oluşturulmuştur.
Tasarımın iki ana unsuru mevcut eski binaların varlığı, korunması ve gelecekteki kullanım programları olmuştur. Organizasyonel ana çekirdek 24 m. yüksekliğinde bulunan “Ziyaretçi Merkezi” dir. Bu merkeze ulaşmak amacıyla tasarlanan, ziyaretçileri zeminden alarak yüksek fuaye alanına taşıyan 60 m. uzunluğundaki turuncu renkli yürüyen merdivenler, eski binaların çekiciliğinin yanı sıra özellikle geceleri göze çarpan turuncu ışıklandırmasıyla da Zollverein Kömür madeni ruhunu gayet iyi bir şekilde yansıtmaktadır. En son katta bulunan fuaye kısmı ziyaretçilere Zollverein’a geniş bir perspektifle kuşbakışı bakabilme imkânı sağlamaktadır. Kömür yıkama fabrikasına ait devasa eski makineler sergi alanının içerisinde, geçmişin korunduğunu ispatlarcasına varlıklarını bu yalın sergi salonlarında sergilemektedirler.
2007 yılında yeni Ruhr Müzesinin açılmasıyla, burası eski kömür yıkama fabrikasındaki lokasyonuyla Ruhr Havzası’nın kültürel ve tarihsel müzesi olmuştur. Zollverein alanının 10.000 metrekarelik bir kısmı tasarım, mimarlık, fuarcılık, reklam, pazarlama, iletişim alanlarında çalışan şirketleri barındırması planlanmaktadır. Ayrıca SANAA tarafından tasarlanan yeni Zollverein İşletme ve Tasarım okulunun açılması ve Birinci Dünya Tasarım Sergisi ENTRY 2006, Zollverein’in uluslar arası bir tasarım ve kültür forumuna dönüşmesinde ek bir ivme kazandırmıştır. Burada, Zollverein İşletme ve Tasarım okulunun öğrencileri ve mezunlarının profesyonel bağlantılar kurmasına ya da kendilerinin yeni şirket kurmasına imkân vermesi planlanmaktadır.
Tasarım alanında önde gelen uluslararası bir yer olmada iddialı proje ve planları ile Zollverein, tarihi ve kültürel kimliğiyle ve mimariyle bütünleşerek günümüze ve geleceğe sağlam, başarılı bir şekilde kendi imzasını atmaktadır. Bu potansiyelin keşfinin ve büyütülmesinin önümüzdeki yıllarda daha başka gelişmelere imkân vereceğini düşünüyorum.
08/11/2009

October 01, 2009

Paris'in iki yüzü : Modern ve Klasik

Avrupa ve Batı dünya tarihinde önemli bir yeri vardır Fransız Devriminin. Cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesinin büyük reformlara gitmesiyle sonuçlanan büyük bir dönüm noktasıdır. Günümüzde Paris'in simgesi olan bu büyük demir kule, 1789 yılından tam 100 yıl sonra 1889 yılında Fransız Devriminin 100.yılını kutlamak için tasarlanmış. Daha önceden edindiğim bu bilgileri kafamda evirip, çevirerek ilerliyordum Eyfel Kulesine doğru. İhtilalden hemen sonra şehir planlaması çalışmalarına başlanılmış. Günümüze kadar sürer Paris'in modernleşme, yenilenme süreci, hemde azımsanmayacak bir başarıyla. Daha önceki yazımda Eyfel Kulesinin bana kocaman bir sokak lambasını hatırlattığından bahsetmiştim. Gerçektende öyleydi. Nehrin sağ kıyısından ilerleyerek Büyük ve Küçük Palas binalarının yanından sessizce ilerledim. Nehre eşlik eden ve insana bu büyük binalar arasında derin nefes aldıran sağlı sollu ağaçlandırılmış bisiklet yolundan karşı kıyıya beni ulaştıracak olan tarihi köprüye doğru adımlarımı hızlandırmıştım. Tüm gün sakince neredeyse her sokağa girip çıkan, kimi zaman kaybolan ben artık meraklı gözlerle havanın da hafif kararmasıyla ışıklarını yakmış olan demirden kule Eyfel'e yaklaşmak istiyordum. Yeterince yaklaşmıştım, artık makinamın vizörü de onu içine alamaz olmuştu. Devasa ayağını dar bir sokak arasından görerek bu demirden kulenin artık yanındaydım. Kulenin mimarı Stephen Sauvestre'dir. 26 ayda yapımı tamamlanan ve 3000 işçinin çalıştığı 300m (+ 27m alıcı anteniyle)yüksekliğindeki Eyfel kulesi, Paris semalarında yükseldikçe Paris halkı tarafından büyük tepki toplamış. Oysa yapımcı Gustave Eiffel, malzeme olarak çelik yerine demir kullanarak özel tekniklerle bu devası kuleyi adım adım sistematik bir planlamayla tamamlamayı başarmış. Bu yapım sürecinde, 3000 işçinin çalışması ve alınan büyük güvenlik önlemleri sayesinde yok denilecek sayıda işçinin hayatını kaybetmesi, bence bu binanın o yıllara göre, en az yapımı kadar başarı sağlamış başka bir noktasıdır. 57 m, 115 m ve 276 m yüksekliğindeki katları kamuya açık, ziyaret edilen kısımlarıdır. Ama kuleye çıkmadan saatlerce ayakta uzun bir kuyrukta beklemeyi göze almak gerekiyor. İlk iki katta Paris'i yukarıdan izlerken nefis yemekleri tadabileceğiniz restoranlar bulunuyor. Artık akşam iyice karanlığı cephelere indirmişti. Eski sokak lambaları sarartmaya başlamıştı birer birer cepheleri. Paris'i romantik yapan tam da bu olmalıydı, eski stil, içinde gaz lambası yanar gibi loş ışıklarını duvarlara, sokaklara vuran lambalar. Tarihini, sanatsal yaşantısını, dışarıya yansıtır gibiydi o tarih kokan binaların, aydınlık pencereleri. Paris size bir sürü sürprizler sunar, dar, eski, loş sokaklarında dolaşırken. Günün yorgunluğunu sıcak bir kahveyle gidermek için,Eyfel kulesinin önünde boylu boyunca uzanan yemyeşil Parc du Champs de Mars parkını geçerek kendime avrupa filmlerinde gördüğüm, küçücük, ama insana ilham veren, samimi sıcak bir cafe bulmuştum. Ertesi gün yine yoğun olucaktı. Haritam önümde, sıcak kahvemi yudumlarken, son duraklarım La Défense ve Sacré Cœur' u düşünmeye başlamıştım bile.......
Sabah erkenden La Défense'a doğru yola çıktım. Çok net hatırlıyorum üniversite yıllarımda, Yıldız Üniversitesi'nin kitaplığında kocaman bir resmini görmüştüm La Défense Arche'nın ve bu ortası boş, scale olarak abartılmış bir fotoğraf çerçevesine benzeyen tasarım etkilemişti beni. La Défense'ı yakından gördüğümde beni etkileyen diğer şey ise, gerek mimari gerek şehir planlaması bakımından kontrol altına alınması zor bir metropolde kendi içinde oldukça tutarlı bir düzene oturuyor olmasıydı. Modernleşme ile beraber yenileşme sürecini artık içine sindirmiş olmasındandı belki de bu. La Défense, Louvre'dan baslayan Champs_Elysées ile devam eden şehrin göbeğinde harika bir devamlılık örneği gösteren kesintisiz bir aksın uç noktasıydı. Paris'in en büyük yeni yapılaşma bölgesiydi burası. Bölgede gelişim ve yapılaşma sürecinin başlamasıyla bahsedilen, şehri kendine doğru çeken aksın son noktası için tasarlanmıştı bu bina. Le Corbusier’in modern şehrin yaratılmasına dair kavram tasarımları ışığında, toplu taşıma ve raylı sitemin de bu bölgeyi rahatlatması, kentin yoğunluğundan kurtulmak için Paris'in aynı zamanda kaçış noktası olmuş. La Défense Arche (1983-1989 yapım) 100m yüksekliğinde 100m genişliğinde ortası boş, ofis birimlerini barındıran, tasarımıyla, Paris'i ziyaret edenlerin ilgisini çekmeyi başarmış bir binadır. The Arche olarak da tanınan binanın, insanı kendine yükselten merdivenlerinde durduğumda, Champs_Elysées'e doğru seyreden aksı ve muhteşem perspektifi bir kez daha, kendi içinde heyecanları ve sürprizleri olan şehre hayran bırakmıştı beni. Bölgenin yüksek yapılanma açısından, günümüzde modern ütopya gibi eleştiriler almasının yanı sıra, bu ölçek farkıyla yaya, ve kamu alanlarının cok da hakkıyla tasarlanmaması dikkatimi çekti açıkçası. Havanın soğuk olması ve binalar arasında oluşan hava sirkulasyonu bu etkiyi daha da güçlendirdiği için çevrede gezintimi kısa kesmek zorunda kalmıştım. Binanın içine girmeden sizi dışarıda karşılayarak yukarıdaki sergi alanına çıkaran asansörler, şeffaf olup, sergi alanına ulaşana dek size yapının strüktürünü yakından inceleme fırsatı veriyor. Asansor icinde yukariya dogru ilerlerken, La Defense'in bulundugu bolgede kurdugu hakimiyeti bende onunla paylasiyordum adeta. Yukaridan bahsettigim o harika kesintisiz aksi tamamiyla gorebiliyordum. Ve karsidan Paris'in yuksek tepesi uzerinde yer alan
Sacré Cœur'un sehre karsi hasmetli durusu gozume carpti. Evet artik Paris gezimin son duragina dogru ilerlemeliydim.Tekrar seffaf asansorun icinden La Defense Arch'in buyuk govdesini izleyerek asagiya ulastim.

September 30, 2009

Paris : Su şehrinin gelişimi

Ortaçağda Paris, su tüccarları, gemiciler tarafından yönetiliyormuş. Su üzerinde kurulmuş bu sanat ve moda şehri, ozamanlar geçimini suya borçluymuş ve adını da onun için önemli bu geçim kaynağından almış. Paris sokaklarında gezerken gördüğü herşeyi aklına, hafızasına kaydetmek istiyor insan. Öyle ki gözünüz hem Rokoko, hem Barok, hem klasik mimari örneklerine sıkça rastlıyor.
Seine Nehri boyunca Notre-Dame kıyısından güzel bir yürüyüş gerçekten iyi gelmişti, uzaktan, dışarıdan bakmak, farklı cepheleri incelemek, öğrendiklerimi gördüklerimle pekiştirmemde yardımcı oluyordu. Nehir kenarının sağ kanadında Rivoli Caddesi boyunca ilerleyerek Louvre Muzesine vardık. Nehir tarafındaki yan kapıdan girince önce kocaman bir avlu ve onu çepe çevre sarmış Rönesans etkilerini yansıtan binaları görüyorsunuz. Dünyanın en büyük ve uzun binası olan Grand Galeri'de (mimar Pierre Lescot) tüm cömertliği ve asil duruşuyla karşılıyordu bizi. Bu binalar toplulugundan olusan galeriler aslında aynı anda yapılmamış. 1200 yıllarında Paris'in batı yakasını korumak amacıyla yapılan Louvre Kalesinin yapımıyla baslayan süreç, zamanla yeni binaların eklenmesiyle devam etmiş ve günümüze kadar değerini korumuş, önemli bir sanat galerisi bir müze olma görevini sürdürmüş. Tabi çeşitli yııllarda yapılmış olmaları da farklı üsluplar taşımalarını, bunları birarada temsil etmelerini sağlamış. İlk zamanlar Pierre Lescot tarafından yapılan kısım Rönesans etkisi sergilerken, III.Napolyon zamanında eklenen kısım ise süslü, bir çok heykelle, bezemelerle zenginleştirilmiş Barok özelliği taşımakta. Tüm bunları gözlerimle tek tek süzerken ve bu büyük binalar arasında dolaşırken, sanırım tahmin edeceğiniz gibi gözlerim büyük Louvre Piramitini arıyordu. Aslında o piramidin olusumuna kadar ne süreçler geçmişti, kimler hangi binaları ekletmişti buraya, ama bizler sadece hep ön planda olan bugünkü popülarizm etkisindeki cam piramidi tanıyorduk ve biliyorduk. Evet devasa avluda, sütunlarla olusturulmus dış koridorlar arasında dolaşıp fotoğraf çekerken birden, sırtı başka bir geniş kamusal alana bakan kemerli bir geçidin arkasından parlayan bu cam piramidi gördüm. Yine Paris'in kendini, başka yönde gizemli bir şekilde göstermeye çalıştığını düşündüm. Yani biranda karşıma çıkabilirdi bu kocaman piramid, ama ben onun sadece gökyüzüne bakan uç kısmını eski bir kemerin arkasından görmüştüm. Sanırım hayatımda gördüğüm en harika perspektifti bu. Eski ve yeni, cam ve taş, yuvarlak ve köşe bir aradaydı. Müze avlusunun ortasında ve Champs-Élysées'nin tam ekseninde konumlandırılmış bu cam Louvre Piramidi 1989 yılında inşa edilmiş. Müzede Fragonard, Rembrandt, Rubens, Titian, Poussin, Leonardo da Vinci, Raphael gibi dünyanın önde gelen birçok önemli sanatçıların buyuk sanat eserleri bulunmakta.
Louvre Piramidinin populerliginden bahsetmistim. Piramidi gorur gormez herkes inanilmaz bir hizla ona dogru ilerliyor ve flaslar ard ardina patliyor. Cam Piramitten once burada var olan bu tarihi binalar biranda yalniz kaliveriyor. Belkide buyuzden biraz daha geciktirdim o eski kemer ardinda gizli camdan piramid ziyaretimi. Harika bir avluydu zengin binalarla sarmalanmis ve Seine Nehrine karsi acilan.. Sonra yavas yavas ilerledim Champs-Élysées'i karsisina almis kucuklu buyuklu ucgen havuzlarla cevrelenmis camdan Piramide dogru. Yilbasi olmasi dolayisiyla malesef kapaliydi muze. Bu yuzden iceriye giremedim buyuk sanssizlikti. Disaridan iceriye bakinca yerustu ve yeraltini birlestiren boslukta gelisiguzel konumlandırılmıs gibi asili duran ama aslinda hicte oyle olmayan merdiveni goruyorsunuz. Buyuk bir alana ulastiriyor bu merdiven sizi, bombos genis,ferah bir aciklik..Tabii yukaridan piramidin cam yuzeylerinden gorebildigim sadece bukadariydi. Sanirim Parise tekrar yolum dusecek.
Louvre Muzesinden Concord Meydanina dogru ilerledim. Iste Avrupa sehirlerindeki goze carpan baska bir unsur da hani bizim hep bahsettigimiz kamusal alanlar. Bu kamusal alanlar oyle yerli yerinde isler bir bicimde olusturulmus ki, mutlaka yasayarak ve hissederek icinde bulunuyor insan. Yani kocaman binalarin icinde kaybolurken, birden buyuk ama mutevazi, dogal bir park, bir avlu, bir kose karsiliyor insanı.Kücük sürprizler yani! Hemen orada kendinize bir bank yada bir havuz kenari buluyorsunuz dinlenmek icin. Insanlarin toplanma alanlari, tamamen yasayan bosluk tasarimlari, hemde dogallıgı ozenle tasarlanmis. Avrupalilarin kahve kulturu de eklenince; sakinlige, dinginliğe keyfli bir kaçış noktalari oluyor bu alanlar. Ve benimde en cok sevdigim, icinde gezinmekten zevk aldigim mekanlar.
Louvre ve Concorde Meydani arasindaki havuz ve parkta aklima kaydettigim caddeler sokaklar, binalarla dinlendim biraz. Buyuk metropolun yorgunlugunu atmak isteyerek. Concorde Meydani sizi Louvre dan alip, Champs-Élysées'e birakiyor. Kocaman bir donme dolap vardi tam Concorde Meydaninin gobeginde. Kesinlikle binmeliydim, Eyfel kadar yuksek olmasa da buraya kadar gelisimi, gordugumuz yerleri yukaridan izlemek ustunden gecmek olucakti notlarimin. Kalabalikta sikilmadan, sabirla bekledim ve nihayet 6 kisilik kabinin icindeydim elimde fotograf cekmeye hazir makinamla.Elbette cocuklar gibi mutlu ve neseliydim. Tek kelimeyle harikaydi. Hemen arkada ufacik bir ucgen piramit, onu sirtlayan uzun upuzun binalar, Seine Nehri, uzakta yukselen Notre-Dome, kopruler... Heyecanli 3 tur sonunda tekrar ayaklarim yere basarak bu kez artik Avrupanin onemli moda arterlerinden Champs-Élysées'e cevirdim yolumu. Sagli sollu, iri ufakli isiklarla suslenmis yilbasi standlari vardi cadde boyunca. Her ulkenin standi kendi urunlerini, kulturunu tanitmak icin birbirinden yaratici sunumlarla insanlarin dikkatini cekmeyi basariyordu. Yarim saat hatta daha uzunca bir zaman yurudukten sonra fransiz mutfagini tadabilecegim guzel bir aksam yemegi icin mola verdim. Yemegimi yedikten hemen sonra topladigim enerjiyle Champs-Élysées Bulvarinin sonuna dogru yuruyordum. Binalar, insanlar, arabalar, standlar hersey muhtesemdi. Artik Eyfeli gorme zamaniydi ve yonumu ona dogru cevirdim. Tüm sehri yuruyerek gezmek gormek istedim ama gercekten cok yorucuydu yine de herseye ragmen degdi. Uzun bir maraton oldu bu deneyimler.Eyfel Kulesi, La Defense Binası ve Sacré-Cœur Bazilikasını bir sonraki yazıma bırakıyorum..

September 18, 2009

Paris: Süslü Bir Bayan-1

Soğuk karlı bir Düsseldorf sabahı heyecanla, akşamdan hazırladığımız sırt çantalarımızla yola çıkmayı bekliyorduk. Bir demet " Paris" hakkında merak ettiğim herseyi içeren,mis gibi kokan A4 çıktılarımı özenle çantamın içine yerleştirdim ve artık yolculuğa hazırdık..
Öğrencilik yıllarımdan bu yana kitaplarda okuduğum, derslerde, slaytlarda izlediğim şehirleri, binaları görmek kimbilir ne kadar heyecan verici olacakti. Tabii bir okadar da gerçek bir mimarlık serüvenine ilk adımımdı..Vee sıkı bir kararla Avrupa şehirlerini gezmeye başladık..
Evet saat sabahın 5:00 idi, yeni yıla 2 gün kala cantalarımızı alıp, önce Strassburg'a oradan da Paris'e doğru yola cıktık.. (Başka bir sayfada Strassburg-Deneyimlerimi de yazmayı düşünüyorum.Ama Paris'le başlamak istiyorum)
Stassburg'ta 1 gece kalıp, sabahın ilk ışıklarıyla, kendisine doğru yürürken biran önce içine adım atmak istediğim, tarih kokan ve insanı gercekten etkileyen Strassburg Tren İstasyonu'ndan hızlı trenimize bindik ve Paris'in doğu yakasında bizi karşılayacak olan Gare De L'est'e doğru ilerledik. 2 saat sonra Paris'teydik.. (Bu arada Avrupa'da en cok hoşuma giden önemli şeylerden biri de trenler..)
Gün ışıkları, Gare De L'est 'in yorgun ama bir o kadar davetkar sütunlarını baştan aşağı sarıya boyamıstı..Ve bizleri selamlıyordu adeta..Parisle tanışıklığımız böyle başladı..Etrafıma bakındım, havayı kokladım. Aklımda binlerce düşünceyle bu güzel barok kokan ve misafirlerini karşılayan doğu yakasının bu tarihi istasyonunda biraz daha kalmak istedim. Çok mutluydum Paris'le böyle güzel bir tanışıklıktan dolayı. Çünkü Paris dediklerinde ilk aklımıza gelen Kocaman Eyfel Kulesi'dir..(Ki kendisi bana herzaman; gelişi güzel yapılmış dev bir sokak lambasını hatırlatır...) Belkide bu nedenle çok hoşuma gitti Gare De L'est. Tarih ,sütunlardan olusan upuzun revaklarla binaya eşlik eden koridorlar, harika yarım gül pencereler, vitraylardan oluşmuş devasa kapıları ve hemen önünde, kapıdan çıkar çıkmaz sizi karşılayan güzel bir avlu...
Daha sırada, birbirinden güzel, görülmeyi bekleyen birsürü yer ve dolu dolu 2 gün vardı. Louvre Müzesi, Sacre Couer Bazilikası, Notre Dame Kilisesi, Center Pompidou, Eyfel Kulesi, Champs-Élysées (Şanzelize Caddesi), Seine Nehri ve daha bir çokları...
Otelimize cantalarımızı bıraktıktan sonra hızlıca ve derin bir nefes alarak basladık nihayet Paris gezimize.. (İstasyondan kocaman, 3 boyutlu bir harita almayı da ihmal etmedik tabii..)
Otelimiz Republik Meydanına yakın oldugu için buradan başladık. Karış karış yürüyerek çok güzel bembeyaz neoklasik cephelere sahip neredeyse birbirinin aynısı binaların bulunduğu geniş caddelerden gelerek Pompidou Center 'a ulaştık..

Evet kocaman metal bir parçaydı bu tam olarak, gerçekten şaşkınlığımı gizleyemedim, çünkü 1870 yıllarında başlayan o zamanın modern Paris'in yaratılma sürecinden 100 yıl sonra, neoklasizmin dışında bir karekter taşıyan Modern Sanat Müzesiydi Pompidou Center. Renzo Piano ve Richard Rogers'in beraber tasarladığı bu projenin en dikkat çekici yönü, tüm teknik hacimlerinin ve çekirdeklerinin yani merdivenlerin binanın dışında tasarlanmasıydı. Havalandırma, ısıtma, su tesisatlarını içeren ve farklı renklere boyanmış devasa borular da binanın bulundugu yerdeki kamusal alan yaratma çabasına doğal ve işleyen bir bakış açısı getirmiş. Zaten, Rogers ve Piano bu binayı " İçinin dışa çıkması" fikrinden yola çıkarak tasarlamışlar. Ve başarılı da olmuşlar. Çünkü, tüm elektrik kabloları, havalandırma kanalları, su tesisatları gibi yapıda yer kaplayan bu teknik hacimler düzenli bir biçimde binanın dışında tasarlanmış ve binanın içinde gercekten net, büyük bir alan oluşturulmuş. Günümüzde modern sanat müzesi olarak işlev gören bu bina, Paris'ten çok farklı kimlik taşısa da, Louvre Müzesi'nden daha fazla ziyaretçi alması, hakettiği dikkati çektiğinin göstergesi olsa gerek.
Bu heyecan verici ilk deneyimimden sonra, yolumuzu Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiş dünyaca ünlü Notre-Dame Katedraline çevirdik. Paris'in önemli diğer yapıları gibi Notre-Dame Katedrali de Seine Nehri kıyısında bulunur. Eşsiz güzellikteki bir gotik örneğidir. Hani okumuştuk ya mimarlık tarihi derslerinde, Gotik dönem ve yapıları, işte o tahtaya yansıtılmış slaytları hatırladım birden ve birkez daha yüzümde fark etmesemde hem hayranlık uyandıran hemde şakınlığımı ifade eden gülümsemeyle uzunca bir kuyrukta hiç sıkılmadan beklemeye başladım. Tabi diğer taraftan da makinamın küçücük vizörüne bu güzel katedrali sığdırmaya calışıyordum-hiçbir detayını kaçırmamaya çalışarak. Notre-Dame turistler için çok önemli bir durak ve ziyaret noktası olduğu kadar, hala işlevini sürdüren önemli Roma Katholik Katedralidir. Sıranın çabuk ilerlemesiyle biran önce içeriye girmenin verdiği rahatlıkla, kafamı tavanlardaki ve duvarlardaki heykellerden, cam süslemelerden hiç indirmeden dolaştım içeride. Beni etkileyen en önemli nokta, Notre-Dame'ın yapımının gotik çağı boyunca sürmesi ve bu çağa en iyi örnek teşkil etmesidir. Tıpkı kocaman bir maket gibi, bulunduğu dönemde, bu önemli stili yaşatarak, göstererek, adım adım yükselerek canlanması...
Tek tek arkamızda bıraksam da gördüklerimi, hepsi şimdi kafamda yerli yerinde oturmaya baslamıştı, öğrendiklerim ve gördüklerim ve daha da öğrendiklerimle...
Seine Nehri kenarında romantik bir yürüyüş iyi gelmişti bu 2 ziyaretten sonra. Nehrin üzerindeki köprülerde -ki beni mimaride unsur olarak en çok etkileyen yapılardır- çevreyi izlemek de ayrı bir keyfti. Mimarinin ve sanatın tüm dallarını beslemiş, büyütmüş şehir Paris'te sokaklarda dilenci yerine sanatçılar görmek şehrin birbiriyle nasıl bütünleştiğinin apaçık göstergesiydi bence...
14.09.2009