September 18, 2009

Paris: Süslü Bir Bayan-1

Soğuk karlı bir Düsseldorf sabahı heyecanla, akşamdan hazırladığımız sırt çantalarımızla yola çıkmayı bekliyorduk. Bir demet " Paris" hakkında merak ettiğim herseyi içeren,mis gibi kokan A4 çıktılarımı özenle çantamın içine yerleştirdim ve artık yolculuğa hazırdık..
Öğrencilik yıllarımdan bu yana kitaplarda okuduğum, derslerde, slaytlarda izlediğim şehirleri, binaları görmek kimbilir ne kadar heyecan verici olacakti. Tabii bir okadar da gerçek bir mimarlık serüvenine ilk adımımdı..Vee sıkı bir kararla Avrupa şehirlerini gezmeye başladık..
Evet saat sabahın 5:00 idi, yeni yıla 2 gün kala cantalarımızı alıp, önce Strassburg'a oradan da Paris'e doğru yola cıktık.. (Başka bir sayfada Strassburg-Deneyimlerimi de yazmayı düşünüyorum.Ama Paris'le başlamak istiyorum)
Stassburg'ta 1 gece kalıp, sabahın ilk ışıklarıyla, kendisine doğru yürürken biran önce içine adım atmak istediğim, tarih kokan ve insanı gercekten etkileyen Strassburg Tren İstasyonu'ndan hızlı trenimize bindik ve Paris'in doğu yakasında bizi karşılayacak olan Gare De L'est'e doğru ilerledik. 2 saat sonra Paris'teydik.. (Bu arada Avrupa'da en cok hoşuma giden önemli şeylerden biri de trenler..)
Gün ışıkları, Gare De L'est 'in yorgun ama bir o kadar davetkar sütunlarını baştan aşağı sarıya boyamıstı..Ve bizleri selamlıyordu adeta..Parisle tanışıklığımız böyle başladı..Etrafıma bakındım, havayı kokladım. Aklımda binlerce düşünceyle bu güzel barok kokan ve misafirlerini karşılayan doğu yakasının bu tarihi istasyonunda biraz daha kalmak istedim. Çok mutluydum Paris'le böyle güzel bir tanışıklıktan dolayı. Çünkü Paris dediklerinde ilk aklımıza gelen Kocaman Eyfel Kulesi'dir..(Ki kendisi bana herzaman; gelişi güzel yapılmış dev bir sokak lambasını hatırlatır...) Belkide bu nedenle çok hoşuma gitti Gare De L'est. Tarih ,sütunlardan olusan upuzun revaklarla binaya eşlik eden koridorlar, harika yarım gül pencereler, vitraylardan oluşmuş devasa kapıları ve hemen önünde, kapıdan çıkar çıkmaz sizi karşılayan güzel bir avlu...
Daha sırada, birbirinden güzel, görülmeyi bekleyen birsürü yer ve dolu dolu 2 gün vardı. Louvre Müzesi, Sacre Couer Bazilikası, Notre Dame Kilisesi, Center Pompidou, Eyfel Kulesi, Champs-Élysées (Şanzelize Caddesi), Seine Nehri ve daha bir çokları...
Otelimize cantalarımızı bıraktıktan sonra hızlıca ve derin bir nefes alarak basladık nihayet Paris gezimize.. (İstasyondan kocaman, 3 boyutlu bir harita almayı da ihmal etmedik tabii..)
Otelimiz Republik Meydanına yakın oldugu için buradan başladık. Karış karış yürüyerek çok güzel bembeyaz neoklasik cephelere sahip neredeyse birbirinin aynısı binaların bulunduğu geniş caddelerden gelerek Pompidou Center 'a ulaştık..

Evet kocaman metal bir parçaydı bu tam olarak, gerçekten şaşkınlığımı gizleyemedim, çünkü 1870 yıllarında başlayan o zamanın modern Paris'in yaratılma sürecinden 100 yıl sonra, neoklasizmin dışında bir karekter taşıyan Modern Sanat Müzesiydi Pompidou Center. Renzo Piano ve Richard Rogers'in beraber tasarladığı bu projenin en dikkat çekici yönü, tüm teknik hacimlerinin ve çekirdeklerinin yani merdivenlerin binanın dışında tasarlanmasıydı. Havalandırma, ısıtma, su tesisatlarını içeren ve farklı renklere boyanmış devasa borular da binanın bulundugu yerdeki kamusal alan yaratma çabasına doğal ve işleyen bir bakış açısı getirmiş. Zaten, Rogers ve Piano bu binayı " İçinin dışa çıkması" fikrinden yola çıkarak tasarlamışlar. Ve başarılı da olmuşlar. Çünkü, tüm elektrik kabloları, havalandırma kanalları, su tesisatları gibi yapıda yer kaplayan bu teknik hacimler düzenli bir biçimde binanın dışında tasarlanmış ve binanın içinde gercekten net, büyük bir alan oluşturulmuş. Günümüzde modern sanat müzesi olarak işlev gören bu bina, Paris'ten çok farklı kimlik taşısa da, Louvre Müzesi'nden daha fazla ziyaretçi alması, hakettiği dikkati çektiğinin göstergesi olsa gerek.
Bu heyecan verici ilk deneyimimden sonra, yolumuzu Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiş dünyaca ünlü Notre-Dame Katedraline çevirdik. Paris'in önemli diğer yapıları gibi Notre-Dame Katedrali de Seine Nehri kıyısında bulunur. Eşsiz güzellikteki bir gotik örneğidir. Hani okumuştuk ya mimarlık tarihi derslerinde, Gotik dönem ve yapıları, işte o tahtaya yansıtılmış slaytları hatırladım birden ve birkez daha yüzümde fark etmesemde hem hayranlık uyandıran hemde şakınlığımı ifade eden gülümsemeyle uzunca bir kuyrukta hiç sıkılmadan beklemeye başladım. Tabi diğer taraftan da makinamın küçücük vizörüne bu güzel katedrali sığdırmaya calışıyordum-hiçbir detayını kaçırmamaya çalışarak. Notre-Dame turistler için çok önemli bir durak ve ziyaret noktası olduğu kadar, hala işlevini sürdüren önemli Roma Katholik Katedralidir. Sıranın çabuk ilerlemesiyle biran önce içeriye girmenin verdiği rahatlıkla, kafamı tavanlardaki ve duvarlardaki heykellerden, cam süslemelerden hiç indirmeden dolaştım içeride. Beni etkileyen en önemli nokta, Notre-Dame'ın yapımının gotik çağı boyunca sürmesi ve bu çağa en iyi örnek teşkil etmesidir. Tıpkı kocaman bir maket gibi, bulunduğu dönemde, bu önemli stili yaşatarak, göstererek, adım adım yükselerek canlanması...
Tek tek arkamızda bıraksam da gördüklerimi, hepsi şimdi kafamda yerli yerinde oturmaya baslamıştı, öğrendiklerim ve gördüklerim ve daha da öğrendiklerimle...
Seine Nehri kenarında romantik bir yürüyüş iyi gelmişti bu 2 ziyaretten sonra. Nehrin üzerindeki köprülerde -ki beni mimaride unsur olarak en çok etkileyen yapılardır- çevreyi izlemek de ayrı bir keyfti. Mimarinin ve sanatın tüm dallarını beslemiş, büyütmüş şehir Paris'te sokaklarda dilenci yerine sanatçılar görmek şehrin birbiriyle nasıl bütünleştiğinin apaçık göstergesiydi bence...
14.09.2009

No comments: